Zafer TÜZÜN/ÖZEL

17 Haziran Dünya Çölleşme ve Kuraklıkla Mücadele Günü dolayısıyla TEMA Vakfı Diyarbakır İl Temsilcisi Prof. Dr. Necmettin Pirinççioğlu, gazetemiz Güneydoğu Ekspres’e demeç verdi. Pirinççioğlu, “Türkiye nüfusunun artmasıyla birlikte suya olan ihtiyaç artıyor. Bu nedenle su stresini daha fazla yaşayan bir ülke haline geleceğiz” dedi.

*Türkiye’deki çölleşme şuan hangi aşamada?

Türkiye Çölleşme Modeli ve Hassasiyet Haritası’nın oluşturulması çalışmaları Çölleşme ve Erozyonla Mücadele Gene Müdürlüğü tarafından 2015 yılında tamamlanmıştır. Çölleşmenin izlenmesi maksadıyla gerçekleştirilen çalışmalar kapsamında ülkemize özgü çölleşme kriter ve göstergeleri belirlenmiş ve ülkemize uygun CBS tabanlı çölleşme modeli oluşturulmuştur. Bu sayede ulusal ölçekte çölleşmeye duyarlı alanlar tespit edilerek “Türkiye Çölleşme Hassasiyet Haritası” üretilmiştir. Bu çalışma kapsamında üretilen verilere göre;

Ülke topraklarımızın yaklaşık olarak yüzde 18’i zayıf, yüzde 50.9’ u orta ve yüzde  22.5’i yüksek hassasiyet grubunda bulunmaktadır. Bu kapsamda orta ve yüksek hassasiyet grubundaki alanları çölleşme açısında daha riskli olarak değerlendirirsek ülke topraklarının önemli oranda çölleşme riski altında olduğu söylenebilir. Türkiye'de Konya gibi kurak ve mikro klima özelliği gösteren bölgelerimiz bulunmakta ve bu alanlar çölleşme açısından sıcak notalarımızı oluşturmaktadır. Konya-Karapınar, Iğdır-Aralık ve Urfa-Ceylanpınar çok yüksek hassasiyeti gösteren bölgeler olarak görülürken, Tuz Gölü havzası, Ereğli-Karaman bölgesi, Urfa-Ceylanpınar-Mardin-Batman hattı ile Eskişehir çevresi orta ve yüksek hassasiyet grubunu oluşturmaktadır. Yeşilin, yağışın ve nemin bol olduğu Karadeniz bölgesi ise en düşük hassasiyet sınıfında yer almaktadır.

İl bazında çölleşme hassasiyet sınıfları dağılımına baktığımızda;

Aksaray, Şanlıurfa ve Nevşehir illerinin yüzde 95-97 oranlarında yüksek çölleşme riski ile çölleşme açısından en hassas illeri oluşturmaktadır. Rize, Ardahan ve Düzce illeri ise en az hassasiyet taşıyan iller kategorisinde yer almaktadır.

Türkiye ölçeğinde arazi kullanımı bazında çölleşme hassasiyet sınıfları dağılımına baktığımızda ise;

Türkiye’deki orman alanlarının yalnızca yüzde 0,36’sı yüksek çölleşme hassasiyetindeyken, yüzde 30,79’ u orta ve yüzde 68,86’sı düşük düzeyde çölleşme hassasiyetindedir. Bu orman alanlarında çölleşme riskinin düşük ya da çölleşme riskinin düşük olduğu alanların ormanlık alanlardan oluştuğunu göstermektedir. Tarım ve mera alanları ise durum tersine olup, tarım alanlarının yüzde 26,25’i yüksek, yüzde 64,77’ si orta ve yüzde 8,98’i ise düşük derecede çölleşme hassasiyeti gösterdiği görülmektedir. Buna göre tarım alanlarımızın yüzde 91’e yakınının orta ve yüksek derecede çölleşme hassasiyeti gösteren alanlarda olduğunu göstermektedir.

Mera alanlarında durum tarım alanlarına benzer şekilde olup, meralarımız yüzde 34,56’sı yüksek, yüzde 52,45’i orta ve yüzde 12,99’u düşük çölleşme hassasiyetindedir. Özetle mera alanlarının da yüzde 87’si orta ve yüksek derecede çölleşme riski altındadır.

*Çölleşme ve kuraklığa karşı ne gibi önlemler alına bilinir?

Çölleşmeye sebep olan toprak bozulum tiplerinden biri de erozyondur. Türkiye topoğrafik yapısı ve içinde bulunduğu coğrafya sebebiyle erozyona hassas bir ülke olup, Ülkemizde 2019 yılı verilerine göre yılda 642 milyon ton toprak erozyona uğramaktadır. Erozyona uğrayan toprağın yaklaşık yüzde 92’si tarım ve mera alanlarında meydana gelmektedir. Bu durum erozyonla mücadele kapsamında da önemli çalışmalar yapılması gerektiğini göstermektedir. Bu kapsamda ağaçlandırma ve bitkilendirme çalışmaları yanında tarım ve mera alanlarındaki yükse erozyon miktarı da dikkate alındığında tarımda erozyon önleyici tedbirlerin mutlaka uygulanması gerekmektedir.

*Son yıllarda mevsimler arası büyük bir değişkenlik söz konusu. Bu değişkenliğe göre yakın bir zamanda su kıtlığı çeken ülkelerden olabilme ihtimalimiz var mı?

Türkiye’de kullanılan suyun yüzde 77 tarımsal sulamada, yani gıda üretiminde kullanılıyor. Dolayısıyla, gıda üretimi için suya olan ihtiyacın her geçen gün arttığını ve yapılan tahminlere göre gıda üretimi için 2050 yılında bu ihtiyacın bugünkü kullanıma oranla 3.5 kat artacağı tahmin edilmektedir. Bu biliniyorken, iklim değişikliğinin dünyadaki tatlı su rezervlerini doğrudan etkilediği aşikardır. İklim değişikliğine bağlı olarak yağış rejimi değişecek ve buna bağlı olarak akar sular ve gölleri besleyen kar yağışındaki azalma ve buzulların miktarlarındaki azalma sadece bu kaynakları değil aynı zamanda yer altı su kütlesini de tehdit edeceği kaçınılmazdır. Ülkemizde İklim değişikliğinin su kaynaklarına etkisi kapsamında yapılan projeksiyonlara göre ülkemiz toplam su potansiyelinde (mevcut potansiyelimiz 112 milyar m3) 2100 yılına kadar iyi senaryoda yüzde 15-20, kötü senaryoda yüzde 40-45 oranınsa azalma olacağı öngörülmektedir. Bu kapsamda gelecekte daha kurak günlerin yaşanacağı, çölleşme hassasiyetlerinin de artacağı söylenebilir.

Türkiye nüfusunun artmasıyla birlikte suya olan ihtiyacı da artacak ve sonuç olarak su stresini daha fazla yaşayan bir ülke haline gelecektir. Güncel verilere göre Ülkemizde kişi başına düşen yıllık su potansiyeli 2000 yılında 1.652 m3 iken 2023 yılında artan nüfusla birlikte 1.347 m3’lere gerilemiştir. Ülkemiz kişi başına düşen bu su miktarı ile (1700 m3 ile 1000 m3 arası) su kıtlığı çeken ülke konumundadır.  Azalan su potansiyeli ve artan nüfusla birlikte 2050’li yıllardan önce kişi başına su potansiyelinin 1000 m3’ün altına düşerek su fakiri bir ülke konumuna geleceği öngörülmektedir. Bu duruma vardığımızda tekrar eski iyi günlere dönme imkânımız kalmayabilir. Yapmamız gereken en önemli tedbir, bu süreci yavaşlatmak ve bu sürecin etkilerini olabildiğince minimize edip eşiği aşmayı önlemektir.

*Yıllardır sözü edilen kuraklık gerçekleşirse bunu ne şekilde hissedeceğiz?

Uzun süren yağışsızlık sonrası yeraltı suları, kaynaklar, yüzeysel akış, toprak neminin etkilenmesine neden olur ve neticede göller, nehirler ve yeraltı sularında keskin düşüşler görülür. Bir dönemde oluşan yağış azlığı toprak neminde azalmaya sebep olur. Bu da tarımı ve yerüstü sularında sucul ekosistemleri olumsuz etkileyecektir.

*Çölleşme ve kuraklık toplumları nasıl etkiler?

Kuraklık ve buna bağlı olarak çölleşmenin yaratacağı sorunların bir biriyle ilişkili sonuçları olacaktır. Bunlar; sosyal, ekonomik, siyasal, sağlık ve ekolojik çerçevede olacaktır. Bunun en önemli etkisi ciddi bir gıda ve su eksikliğine sebep olmasını gösterebiliriz. Kaçınılmaz olarak bu sonuç beraberinde, yiyecek kıtlığı, yoksulluk artışı, göç ve sosyal huzursuzluk ve kırsal alanlardaki yaşam seviyesinde düşüş, kentlerde yoğun bir nüfus artışı ve bunun yaratacağı problemler gibi sorunlar doğuracaktır. Aslında bu da toplumu ciddi bir kısır döngüye sokacaktır.

*Sizce hükümet iklim değişikliğine karşı nasıl bir politika izlemeli?

Aslında bunun iki ayağı var. Birincisi önleyici tedbirler. Türkiye Birleşmiş Milletler Çölleşme İle Mücadele Sözleşmesi’ne taraf bir ülke olarak çölleşme, arazi tahribatı ve erozyonla mücadele gibi konularda önemli çalışmalar yürütmektedir. Bu kapsamda ÇEM Genel Müdürlüğü’nce hazırlan 2015-2023 yıllarını kapsayan Çölleşme ile Mücadele Ulusal Strateji ve Eylem Planı kapsamında 74 adet eylem belirlenmiştir. Bu kapsamda yapılan çalışmalar da yıllık olarak raporlanmaktadır. Bu konudaki temel politikalar ve hedeflerin başında, erozyona uğrayan toprak miktarının azaltılması, orman varlığının arttırılması ve sürdürülebilir tarım uygulamalarının yaygınlaştırılması, kuraklık yönetimine ilişkin adaptasyon çalışmaları, arazi tahribatının dengelenmesi, iklimde değişikliğine uyum, havza bazlı projeler ile eğitim ve farkındalık çalışmalarına ilişkin birçok çalışmadan bahsedilebilir. Diğeri ise bu tedbirleri boşa çıkaran diğer uygulamalar. Bu çalışmalar yapılıyorken, özellikle iklim değişikliğine sebep olan kömürlü termik santral gibi yatırımlardan, tarım topraklarının amaç dışı kullanım izinleri ile azalmasına yol açan uygulamalardan, orman ve mera gibi doğal ekosistemlerin bozulmasına ve daralmasına sebep olan çalışmalardan uzak durulması, mevcut yasal düzenleme ve uygulamaların buna göre gerçekleştirilmesi büyük önem taşıyor.

*Son yıllarda tarım arazilerinin imara açılması sebebiyle tarımdan yeterli düzeyde verim alınamıyor. Bunun önünü almak için merkezi yönetim belediyelere karşı ne gibi önlemler alabilir?

Tarım arazilerini tehdit eden en büyük sorun merkezi hükümetlerin bu konuda net ve kararlı ulusal politikalarının olmamasından kaynaklanmaktadır. Yani hükümetlerin doğal varlıklarımızın korunmasını “bir ulusal güvenlik” meselesi şeklinde görmeleri zorunluluk arz eder.

Diyarbakır tarihsel olarak önemini bulunduğu tarım potansiyeline borçludur ve buğdayın evcilleştirildiği coğrafya olarak bilinmektedir. Çok acıdır ki Diyarbakır bu gidişle yakında buğday ekilecek arazi bulamayabiliriz çünkü ülkemizde tarım arazilerinin azalmasında Diyarbakır başı çekmektedir. Çeşitli sebeplerle 2004-2020 arasında işlenen toplam arazi miktarı 23 milyon 812 bin 992 hektardan 19 milyon 572 bin 877 hektara düştüğü bildirilmektedir. Toplamda yüzde 18’e tekabül eden oranlarda, bu da yaklaşık 4 milyon 240 bin 115 hektar demektir, ekilebilir tarım arazisi bir şekilde vasfını yitirmiştir. Maalesef Diyarbakır 241 bin 465 hektar kayıpla ülke genelinde Konya’dan (761 bin 699 hektar) sonra ikinci sırada yer almaktadır.