Doludizgin geçen zamanların masum çocuklarıydık. Elimiz kolumuz bağlı yaşam denen o arsız rüzgârın önünde savrulduk hep… Karanlık gecelerde sokaklara kurşun sıkmayı oyun oynamak sandık. Sandık ki büyüklerimiz de bizim gibi oyun oynuyorlar. Boş mermi kovanlarına ip bağlayıp boynumuza astık. Sonra ağabeylerimizin tarlalara dağ gibi yığıp ateşe verdikleri kitapların önünde ısındık, ama bir kez olsun ‘neden yakıyorsunuz?’ diye sormadık. En iyi bildiğimiz oyun ‘silahçılıktı’, kavgayı savunan yanımızla, şiddeti kutsallaştıran yüreğimizle büyüdük.
O zamanlar hayat öyleydi dostum; evlerin temelleri için kazılan çukurlarda toz toprak içinde koşardık. Çocukluğumuzu tükettiğimiz labirentler, aslında hayatımızın önüne çekilen birer setti. Acıkmazdık, bıraksalar günlerce koşar dururduk oyuncak silahlarımızla, boyumuzdan birkaç misli yüksek çukurlarda. O zamanlar akasyalar kokusuz, karanfiller renksizdi. Kırmızı en çok mezarlara serpilen güllere yakışırdı. Boykot yürüyüşlerine katılan adamların yakalarına neden kırmızı karanfiller taktığına bir anlam veremezdik.
Bisikletlerimize biner, akşama dek sokaklarda gezerdik.
Mahallelerin bölünmesi bizi bağlamazdı. Biz özgürce pedal çevirirdik, şehir bizimdi. Ama duyardık, ‘sakın ha o yana geçmeyin’ diyen büyüklerimizi, bilmezlerdi ‘o yanın’ da en az bu yan kadar güzel olduğunu.
Ben ve sen güzel dostum… İkimiz. İki ayrılmaz arkadaştık. Zengin mahallelerinde çöplükleri karıştırır, çocukluğumuza yeni umutlar arardık. Bulduğumuz oyuncakları paylaşırdık. Ayakkabı boyacılığı yapardık, simit satardık, çocukluğumuzu büyütürdük, umutlarımızla birlikte. Bizim için yalnız o şehir vardı. Dünya o şehirden ibaretti. Zengin mahallelerine gittiğimizde farklı dünyaları görmüş gibi şaşırır, sevinir, bu sevincimizi günlerce diğer arkadaşlarımızla paylaşırdık. Beni en iyi anlayan insan sendin. Ağladığında senin de rahatça yaslandığın omuz benim omzum olurdu. Boyacılık yapardık, sinemaya giderdik. Kendi paramızla giderdik, özgürdük. Çıplak ayakla yürümenin, yırtık elbiseler giymenin, saç uzatmanın, koşmanın, kanallarda çırılçıplak çimmenin, eşek gibi çalışmanın, uykusuz kalmanın tadını bir biz biliyorduk o yaşlarda… Simsiyah olmuş, tırnaklarının arası kirle dolmuş ellerimizle, aldığımız sıcacık somunları yüz gram siyah zeytinle yemenin tadını unutamadım daha biliyor musun? Çocuktuk, her ne kadar büyükler gibi yaşıyorsak da yine de çocuktuk.
Yoksulduk, çobanlık yapan babalarımızın sıkıntılarından habersizdik, mutluyduk. Yaz geceleri sürülerin önünde keçeleri yan yana serer, sırt üstü uzanır, bir elimizi yastık gibi başımızın altına koyar, yıldızları seyrederdik. Gökte yıldızlar pır pır yanar sönerdi. Ne çok yıldız vardı gökyüzünde. Ne coşkulu bir duyguydu o. Akan yıldızlar, ay, ışıltıyla dolardı içimize. Yıldızlara bakar geleceği konuşurduk.
Öyle birden bire büyümedik. Mutlu ve kederli anlarımız oldu. Çamurlu göllerde çimdik, tarlalarda çalıştık karın tokluğuna, küfür, dayak yedik bizden büyük insanlardan. İnşaatlarda kürek salladık. Yaşadığımız şehrin sokakları karanlıktı. Çıkmazları belalı, bulvarları ölüm kokuyordu. Sıtmalı, hastalıklıydı çocukları. Yaşadığımız şehir, Allah’ına kadar yalnız ve çaresizdi. Ama biz her şeye rağmen bir şeyi asla ihmal etmedik. Şehirden uzaklaşıp, o yalnız dağın doruğunda kitap okumayı… Kent, nem ve ter kusardı. Biz kitabımızı alır, uzak da olsa o dağa yürürdük. Yarım günümüzü alırdı oraya varmamız, doruğa çıkar, şehre tepeden bakardık. Sonra sırtımızı bir kayaya dayar, sırayla okurduk. Yorulan diğerine bırakırdı. O gün mutlaka bitirirdik yeni aldığımız kitabı. Yüreğimiz hafiflerdi. Bir kelebek gibi kanatlanıp inerdik. Şehir dipsiz bir kuyu gibi içine çekerdi bizi.
Bu dipsiz kuyunun en derin yerinden gökyüzüne, gökyüzünde parlayan yıldızlara bakmak, karanlık bir geceden gündoğumuna kavuşan şafağın aydınlığı gibi umut vericiydi… Çocuktuk, içimizde günden güne kaynayan sevgiye sarılırdık… Sevgiye sarılmak, bir kelebek gibi kanatlanıp göğe yükselmekti...