Bugün, Allah izin verirse, okuyucularımla Nahl Suresi’nin 90. ayetinin ışığında bir çalışma paylaşacağım.

Her cuma günü minberlerde hatiplerimizin hutbelerinde zikrettikleri, mescitlerde yankılanan ve tekrar edilen bu ayet şöyledir:

“Muhakkak ki Allah adaleti, ihsanı, akrabaya karşı cömert olmayı emreder; hayâsızlığı, kötülüğü ve zorbalığı yasaklar. İşte Allah, aklınızı başınıza alasınız diye size böyle öğüt veriyor.” (Nahl, 90)

Şüphesiz ki Allah adaleti emreder. Kur’an ve sünnette adalet; düzen, denklik, eşitlik, gerçeğe uygun hüküm verme, doğru yolu izleme, dürüstlük ve tarafsızlık gibi anlamlarda kullanılmıştır. Yüce Allah, yeryüzünde adaleti tesis etmek, zulmü ortadan kaldırmak için hak mizanını indirmiştir. Bu mizan Kur’an’dır; içindeki hükümlerdir. Ayrıca, bu ilahi adaleti insanlar arasında uygulamak üzere son peygamber Hz. Muhammed’i (s.a.v.) göndermiştir.

Adaletin, huzurun, güvenin ve emniyetin zirvede olduğu dönem, Asr-ı Saadet’tir. Allah Resûlü’nün (s.a.v.) Medine’de kurmuş olduğu devlet, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir devlettir. O dönemde tüm müminler kardeşti. Kur’an’da şöyle buyrulmuştur: “Şüphesiz, müminler ancak kardeştirler.” (Hucurât, 10)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu ayeti Medine'de bizzat hayata geçirmiş ve Muhacir ile Ensar’ı kardeş ilan etmiştir. Aralarında hiçbir akrabalık bağı olmamasına rağmen gösterdikleri fedakârlık, misafirperverlik ve vefa örneğinin tarihte eşi benzeri görülmemiştir. Peygamberin (s.a.v.) devletinde herkes birinci sınıf vatandaştı.

Bir köle, köle olduğu hâlde kendini mutlu hissediyor, hak sahibi olduğunu biliyor, ezilmiyor, hor görülmüyor, Peygamberin (s.a.v.) arkasında özgürce namaz kılabiliyordu. Bir kadın, cahiliye devrinde yaşadığı ezikliği ve aşağılanmayı yaşamıyor; Mescid-i Nebevî’de Peygamberin (s.a.v.) hutbelerini dinliyor, sorular soruyor ve hayatına uyguluyordu. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), onları “Cennet annelerin ayakları altındadır” hadis-i şerifiyle onurlandırıyor, toplumu kadınlara karşı daha çok saygı ve merhamet göstermeye davet ediyordu.

Çocuklar, güven içinde çocukluklarını yaşıyorlardı. Bir gün Hasan ve Hüseyin, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) minberdeyken yanına gelmiş, O (s.a.v.) da minberden inip onları kucaklayarak sevgisini herkese göstermişti. Bu, ümmete verilmiş bir ahlak dersiydi: Çocuklarımızı sevelim, onları kırmayalım, geleceğe sevgiyle hazırlayalım.

Mekke Fethi’nden sonra, Hz. Hamza’nın kızı Ümâme, yetim kalmış bir şekilde Allah Resûlü’nün (s.a.v.) ardından “amca” diye ağlıyordu. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onu sahabelerine emanet etmek istediğinde üç kişi – Zeyd bin Hârise, Hz. Ali ve Hz. Cafer – bu yetim kıza sahip çıkmak için yarıştı. Hz. Cafer’in eşi, Ümâme’nin teyzesi olduğu için, Resûlullah kızı Hz. Cafer’e verdi ve şöyle buyurdu: “Teyze, anne hükmündedir.”

İşte bir zamanlar kız çocuklarını diri diri toprağa gömen toplum, Kur’an ve Peygamber ahlakıyla dönüştürülmüş ve merhametin zirvesine ulaşmıştır.

Peygamberin saadet devrinde işçilerin ve çalışanların hakları korunur, alın teri kurumadan hakları verilirdi. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Çalışanın teri kurumadan hakkını veriniz.”

Gayrimüslim vatandaşlar da kendilerini güvende hissediyorlardı. Malları, canları ve ırzları güvence altındaydı. Kimse onlara dokunamaz, ibadetlerine karışamazdı. Çünkü Kur’an’da şöyle buyrulmuştur: “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 256)

Bir gün Necran Hristiyanları, Peygamberimizle görüşmek için Medine’ye geldiklerinde, Resûlullah (s.a.v.) onları kendi mescidinde misafir etmiş, ibadet saatleri geldiğinde Hristiyanlık usulünce ibadet etmelerine izin vermiştir. Bu esnek ve hoşgörülü davranış sonrasında bu topluluk İslam’a gönülden bağlanmış, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) İncil ve Tevrat’ta müjdelenen peygamber olduğuna kanaat getirmiştir.

Ancak Medine’de bir topluluk vardı ki; hakikati bildikleri, mucizeleri gördükleri hâlde iman etmediler. Yahudiler, peygambere verdikleri sözleri bozmuş, dış düşmanlarla iş birliği yaparak defalarca Medine’ye saldırmışlardı. Peygamber Efendimiz de bu ihanetler karşısında onları Medine’den sürgün etti. Bugün Gazze’de yaşananlar, o dönemdeki kin ve düşmanlığın bir devamı gibidir.

Mekke’nin fethi sırasında hırsızlık yapan bir kadının durumu Kureyşlileri endişelendirmişti. “Bu kadın için Resûlullah’la kim konuşabilir?” dediler.
“Ancak Üsâme bin Zeyd cesaret edebilir.” Üsâme, kadın lehine konuştuğunda, Resûlullah’ın (s.a.v.) yüzü renkten renge girdi: “Allah’ın hükümlerinden birini düşürmem için mi şefaat ediyorsun?” Ardından ayağa kalkarak şöyle buyurdu: “Sizden öncekiler, ileri gelenler suç işlediğinde ceza vermedikleri, zayıflar işlediğinde ceza verdikleri için helak oldular. Vallahi, Muhammed’in kızı Fâtıma bile hırsızlık yapsaydı elini keserdim.” Ve kadının eli kesildi. Daha sonra o kadın samimi bir tevbe ile Müslüman oldu, evlendi ve zaman zaman Hz. Âişe’nin yanına gelir, ihtiyaçlarını iletirdi.

Allah (cc) iyiliği sever. O, her şey üzerine ihsanı (güzel davranmayı) farz kılmıştır. İnsanlara, hayvanlara, canlı ve cansız varlıklara iyilik etmek; özellikle anne-babaya, eşe, çocuklara, akrabalara, yakın ve uzak komşulara iyi davranmak Allah’ın mümin kullarına emridir. Tüm bu güzellikler Peygamber Efendimizin (sav) yaşadığı Asr-ı Saadet’te mevcuttu ve toplumda yaygındı.

Allah (cc), her türlü kötülüğü, günahı ve haramı yasaklamıştır. Büyük-küçük, açık-gizli tüm günahları; ahlaksızlık, fuhuş ve çirkin fiilleri nehyetmiştir. Asr-ı Saadet’e baktığımızda elbette zaman zaman günahlar işlenmiş olabilir; ama bunlar en az seviyedeydi. İnsanlar gerçekten ihlasla Allah’ın emirlerine teslim olmuşlardı.

Düşünün, bir kadın zina etmiş, sonra pişmanlık duymuş, Peygamberimizin huzuruna gelerek: “Ya Resulallah, ben suç işledim, beni temizleyin” demiştir.
Allah Resulü (sav) onu ilk seferinde geri çevirmiş, duymamış gibi yapmıştır. Fakat kadın tekrar gelmiş, ısrarla: “Beni temizle Ya Resulallah, ben suç işledim” demiştir.
İmanın ne kadar yüksek bir mertebeye çıktığını buradan anlayabiliriz. O kadın, işlediği günahın yüküne dayanamayarak, dünyada cezasını çekmek ve ahirette Allah’ın huzuruna tertemiz bir şekilde çıkmak istemiştir. Çünkü cennete ancak bu şekilde girebileceğine inanıyordu.

İslam Peygamberi (s.a.v.), Kur’an-ı Kerim ile öyle bir toplum inşa etti ki; bu toplum tüm çağlara örnek olacak, kıyamete kadar örnekliği sürecek bir nesil haline geldi. Bugün eğer toplum olarak tekrar Kur’an’a döner ve Peygamberimizin sünnetini rehber edinirsek, gerçek anlamda ideal bir toplum yeniden filizlenecek ve dünya, İslam’ın adaletiyle yeniden şekillenecektir.

13 Şevval 1446 / 11.04.2025