Aynı fakülteden, aynı dönem arkadaşları 25 yılını bitirmiş meslektaşları, meslek odasının töreninde gururla plaketlerini alıyordu. Plaketin bir tıbbiyeli için çok anlamı vardı. Ama mutluluklarında eksik olan bir şey vardı. Törende sanki meçhul bir hüzün dalgalanıyordu.
Ve o eksik şeyle hala yüzleşemiyorlardı.
Ama tek bir siyah beyaz fotoğraf sahiciydi. O kenarları vuruşmuş siyah beyaz fotoğraf, o meçhul hüznün, eğer yaşasaydı onlar gibi ‘meslekte 25 yıl plaketi alacak’ bir hekim olduğunu hatırlatıyordu.
Mesleğinde hala üç yaşındaydı.
Onlar son sınıfta genç tıbbiyeliler olarak mezuniyet kutlamalarındayken, birbirleriyle 50. yıl plaketi alacaklarının dair sözleşmişlerdi.
Elbette mesleki ilkelerine bağlı kalacaklarına da sözleşmişlerdi.
Oldukça tezcanlıydılar
Oldukça heyecanlıydılar.
Oldukça cana candılar .
Canları sağaltmaya yemin içmişlerdi
Ve her biri mecburi hizmete beyaz önlükleriyle alelacele başladılar. Ama birbirine uyumlu ceket, kravat ve pantolon giyerek, hekimliğin yanında memurluğa da başladılar.
Bu aynı zamanda o siyah beyaz fotoğrafta kalın çerçevelerin ardında bakan genç hekim için sonun başlangıcıydı.
Mesleğinde hala üç yaşındaydı.
Bilemezdi hayatın öyle kitaplarda yazılı olmadığını.
Bilemezdi yaşamı kurtaracak onca ilkenin kendi yaşamını tehlikeye attığını.
Hekimlik mesleğinin özgürlükçü, bilimsel, toplumcu yanlarıyla memurluk kimliği nasıl birleşecekti?
Bu soru belki mesleğe adım atarken herkesindi. Ama bedel o fotoğrafta kıvırcık saçları çerçeveyi aşmış ciddi gözlerin sahibine nasip olacaktı.
Mesleğinde hala üç yaşındaydı.
Belki yanlış bir zamanda mesleğe başlıyordu.
Belki de zamanı böyle fail-I meçhul yapan bir coğrafyada yaşıyordu.
Çocuklar hastaydı.
Çocuklar sokağa çıkamıyordu.
Yaşlıları taşıyacak araçlara bir şeyler olmuştu.
Hamile kadınlar evlerde yalnızdı.
Bahçeler kan kokuyordu. Sokaklara karanlık çöküyordu. Yollara asayiş çöküyordu. Geceler hekime de yasaktı. İki elleri kanda da olsa hastalar ve hekimler buluşamıyordu.
Ve bir hekimin bir hastayla buluşmasının tehlikeli olduğu zamanlardı. Bir meçhul gecenin birinde yüksek ateşinden kâbuslar gören bir genç kızın gözlerine vurulmuştu. O gözleri teslim edemezdi. Çünkü teslim almak ve teslim etmek onun işi değildi. Onun işi ayrım gözetmeden herkesi tedavi etmekti.
Mesleki yemini vardı. İnsanlığın birikmiş ahlaki kuralları vardı. Kimseye kimliğini ve sınıfını önemsemeden hekimlik yapmalıydı.
Mesleğinde hala üç yaşındaydı.
Her yere gidebileceğini düşünerek, cesaretle yola çıkıyordu. Ama memur olduğu için gerilimle dönüyordu. Memurluk iş güvencesiydi. Maddi hayatın temeliydi. Ama tıp diploması da maneviyatın güvencesiydi. Bu meçhul zamanda, ak gömleğim altında mutlaka memuriyetine dair bir şey vardı.
Sadece para kazanmanın sınırı yoktu.
Gerisi sınırlılıktı.
Gerisi tutsaklıktı.
Gerisi fail-i meçhul kurşunlardı.
Gerisi bedel zamanlarından kopamamaktı
Mesleğinde hala üç yaşındaydı.
Şimdi yaşasaydı son hastasını anlatmak isterdi. İki kişi kolundan tutup getirmişlerdi. Ayakları parça parçaydı. Bir hekim olarak kendisinden darp ve cebir izi olmadığına dair rapor isteniyordu. O ise gördüğünü yazmak zorundaydı. Çünkü mesleğe atılırken gördüğünü yazmaya ve öğrendiğini uygulamaya yemin etmişti.
Bir daha hiç bir hastaya bakamadı. Onu zorla alanlar aldıklarını inkar etti. Ve meslektaşları da hafızası baskılanmış toplumun bireyleri olarak yaşanılanları inkar etti.
Her şey açılmasına izin verilmeyen fail-I meçhul defterlerde kaldı.
O sonsuzluktan hüznüyle baş başayken bazı gazetelere ‘Cumartesi anneleri bu hafta gözaltında kaybettirilen Dr. Recai Aydın’ı andı...’ haberi düşüyordu.
Ve mesleğinde hala 3 yaşındaydı.
Veysi Ülgen