Tüm dikkatimizi bu yıl yapılacak olan cumhurbaşkanlığı ve genel seçime çevirmişken, Kahramanmaraş merkezli iki büyük depremle birlikte siyaset gündemi, deprem ve ardından yaşanan sel gündemine dönüştü.

Bir doğal afet olan deprem; büyük oranda veya tamamen insanların kontrolü dışında gerçekleşen, mal ve can kaybına neden olabilen, büyük ölçekli bir tehlike ve olay olarak tanımlanıyor. Ancak gelin görün-ki Antropojenik tehlike, yani insan eylemi veya eylemsizliğinden kaynaklanan tehlikelerin bu deprem ve selde ağır bastığına şahitli ettik.

Resmi rakamlar depremlerde ölü sayısının 50 bine dayandığını söylüyor. Henüz kayıpların tamamına ulaşılmadan enkaz kaldırma ihalesi alelacele yapıldı, çalışmalar jet hızıyla başlatıldı. Tam depremin 40’ı çıkacakken yine doğal bir afet olan ancak, bunda da Antropojenik tehlike, doğal afetten daha fazla ön plana çıktı. Şanlıurfa ve Adıyaman’ı vuran selde 18 can kaybı, milyarlarca lira maddi hasar meydana geldi.

Bu yaşadığımız ilk deprem değil, sonda olmayacak. Evet, Japonya gibi deprem kuşağında bir ülkeyiz. Japonlar yaşadığı depremden ders çıkararak önlemini aldı ve 7’nin üzerindeki depremlerde bile can kaybını önledi. Bizde ise her deprem sonrası, ‘Deprem değil, yapılar öldürüyor’ denildi, ama her nedense önlemi alınmadı, bir dejavu durumu söz konusu oldu ve her depremde daha fazla kayıp yaşandı. Rant, soygun, yandaşa dayalı plansız-programsız şehirleşme her dönem süre geldi. Sonuç ne mi oldu?

Daha fazla ölüm,

Daha fazla yıkım,

Daha fazla gözyaşı,

Daha fazla kayıp,

Daha fazla ekonomik yük,

Daha fazla sorumsuzluk,

Daha fazla kadercilik…

Selde de aynı kısır döngü yaşandı. Bu doğal afetin, doğal olmayan sonuçlarıyla karşı karşıya kalındı. Yine konunun uzmanlarının günler öncesindeki uyarıları dikkate alınmadı, yine şehirler betonlaştı, yine erozyona meydan veren doğa katliamının sonuçları ve yine tüm uyarılara rağmen nehir ve dere kenarlarında hızla yapılaşma ve iklim değişikliğiyle birlikte daha fazla zayiat…

Şanlıurfa Anadolu Ajansında yıllarca muhabirlik ve bölge müdürlüğü yaptım. Bugün merkez Karaköprü ilçesinin bulunduğu yerde fıstık ağaçları ve türkülere konu olan nar yetişirdi. Yapılaşma çok az seviyedeydi. Fakat bu bölge öylesine çabuk betonlaştı ki, şimdi baktığınızda çarpık bir betonlaşma ve çarpık bir şehirleşme görürsünüz. Karaköprü de gezdiğinizde binalar adata üzerinize üzerinize geliyor hissi uyandırıyor.

Bir başka örnek vereyim. Dönemin Refah Partili Belediye Başkanı Ahmet Bahçıvan, tüm uyarılara rağmen şehrin merkezinden geçen Karakoyun Deresinin üzerine ucube bir iş merkezi yaptırdı. Zaman zaman bu iş merkezinin yıktırılması gündeme gelse bile gerçekleştirilemedi. Aynı durum selde en fazla kaybın yaşandığı Abide Kavşağı içinde geçerli. Uluslararası E-90 Karayolunun geçtiği kavşak, Diyarbakır, Gaziantep ve Habur güzergahı ile yoğun bir araç trafiğine sahip konumda bulunuyor. Ayrıca söz konusu bölgede 20’nci Zırhlı Tugay Komutanlığı tarafından gelen ve şehrin tam ortasından geçip, şehri ikiye bölerek devam eden ve dahası halen aktif olan Cavsak Deresi bulunuyor. Buna rağmen bölgede hızlı yapılaşma ve derenin üzerinin kapatılması facianın boyutunu arttırdı.

Şanlıurfa, Adıyaman ve Diyarbakır’da yaşanan seller de Antropojenik tehlikenin boyutları kendini fazlasıyla gösterdi.

İnsanlardan kaynaklı alt ve üstyapı yetersizlikleri kayıpları arttırdı.

Doğaya verilen zararlar iklim değişikliğini tetikledi.

Rant için imara açılmaması gereken yerler imara açıldı, ormanları yok edildi.

Birlikte yaşadığımız birçok canlı türünün nesli tüketildi, ya da yerlerinden yurtlarından ederek doğal denge altüst edildi.

Bunlara sebep olanlar dünde, bugünde sorululuk üstlenmedi, istifa etmedi. Bunun yerine depremi ‘kadere’ sel felaketini ise ‘Sel canlarımızı aldı ama diğer taraftan toprak suya kavuştu. Atatürk Barajında su 300 bin metreküp arttı. Bu önemli bir şey’, Şanlıurfa Belediye Başkanı da ‘sorumluluğumuz’ yok diyebildi.

Bazen bu vurdumduymazlığının önüne geçebilmek için Fransa'nın Louvre Müzesinde bulunan ve yaklaşık iki metrelik silindirik bir taşın üzerine Akadça çivi yazısıyla hazırlanan ‘Hammurabi Kanunlarını mı uygulasak’ diyesi geliyor.

Babil Kralı Hammurabi döneminde;

M.Ö. 2000'de yayınlandığı kanunlarda, binaları sağlam yapmayan müteahhitlere şu cezaları öngörmüş:

'Eğer bir müteahhidin sağlam yapmadığı bir binanın çökmesi sonucunda bina sahibi hayatını kaybederse müteahhit ölüm cezasına çarptırılır. Eğer bina sahibinin oğlu hayatını kaybetmişse, müteahhidin oğlu ölüm cezasına çarptırılır. Eğer bina sahibinin kölesi hayatını kaybetmişse, müteahhit aynı değerde bir köleyi bina sahibine verir. Eğer bina sahibinin malları hasar görmüşse, müteahhit binayı yeniden yapacağı gibi bina sahibinin tüm zarar ve ziyanını karşılayacaktır. Bir binanın inşaat kurallarına uyulmadan yapılan bir duvarı yıkılırsa müteahhit, tüm masrafları kendisine ait olmak üzere o duvarı sağlamlaştırmak zorundadır.'

Elbette ölüm cezasına karşıyız ama bugünkü cezaların caydırıcı olmadığını ve bu nedenle doğal afetlerin doğallıktan çıkarak faciaya, katliama dönüştüğünü söylememiz mümkün. Umarım bu kez gerekli ders alınır ve doğal afetler doğallığında yaşanır.

Sevgiyle kalın.