Kadınlar, tarih boyunca toplumların hem temel yapı taşları olmuş hem de en fazla sınırlandırılan, kısıtlanan kesimi olarak varlık göstermiştir. Toplumsal roller ve bu rollerin getirdiği sorumluluklar, kadınları tarih sahnesinde büyük mücadelelerin içerisine itmiştir. Oysa ki kadınlar, toplumların kültürel, ekonomik ve politik gelişiminde göz ardı edilemeyecek kadar önemli bir rol oynamıştır. Ancak bu rol, çoğu zaman görünmez kılınmış, hatta küçümsenmiştir.
Tarihin ilk dönemlerinden itibaren kadınlar, üretim, aile düzeni ve toplumsal ahlakın muhafızları olarak görülmüştür. Avcı-toplayıcı toplumlarda kadının yeri, yaşamın devamını sağlama noktasında erkeklerle eşit bir öneme sahipti. Fakat tarım devrimi ile birlikte iş bölümü ve mülkiyet kavramlarının yerleşmesi, kadının toplum içindeki konumunu dönüştürdü. Kadın, yavaş yavaş kamusal alanın dışına itilerek ev içi rollerle sınırlandırıldı. Oysa ki kadınların sadece doğurganlık ve ev içi hizmetle tanımlanması, onların tarih boyunca üstlendikleri üretici, yönetici ve savaşçı kimliklerini gölgede bırakmıştır.
Antik Yunan’dan Orta Çağ’a kadar, kadınların toplumsal rolleri oldukça katı kalıplarla belirlenmiştir. ‘Ev kadını’ ve ‘anne’ olmak, kadın kimliğinin adeta birer zorunluluğu haline getirilmiştir. Bu süreçte, kadınların eğitime erişimi engellenmiş, çalışma hakları ellerinden alınmış ve mülk edinme hakları kısıtlanmıştır. Yunan düşünürleri bile, kadınları doğaları gereği erkeğe bağımlı ve onlardan daha düşük seviyede varlıklar olarak görmüştür. Antik çağlarda kadınlar, yurttaş sayılmamış ve kamusal alanlara katılımları büyük ölçüde sınırlandırılmıştır.
Orta Çağ'da, kadının toplumsal konumu büyük oranda kilise tarafından belirlenmiştir. Kadın, günahın simgesi olarak lanse edilirken, aynı zamanda annelik ve saflığın sembolü olarak da yüceltilmiştir. Bu iki zıt kutup arasında sıkışan kadınlar, toplum içinde hem günahkâr hem de erdemli bir rol oynamak zorunda bırakılmışlardır. Hâlbuki bu dönemlerde dahi kadınlar, ticaret, tarım ve zanaatkârlık gibi birçok alanda varlık göstermeye devam etmiştir. Ancak bu başarıları genellikle tarih yazıcılarının gözünden kaçmış veya bilerek görmezden gelinmiştir.
Sanayi devrimiyle birlikte, kadının toplumsal rolü yeniden şekillenmeye başladı. Kadınlar, fabrikalarda ucuz iş gücü olarak çalıştırıldı, ancak bu sefer de emeği değersizleştirildi. Kadınların çalışma hakkı, ekonomik koşullar altında kabul edilse bile, bu hak, düşük ücretler ve kötü çalışma koşullarıyla sınırlandırılmıştı. Ayrıca, çalıştıkları yerlerde bile ‘kadın işi’ olarak tanımlanan işlerle meşgul olmaları bekleniyordu. Sanayi devrimi, kadınların iş gücüne katılımını artırırken, aynı zamanda onları yeni bir sömürü düzeninin parçası haline getirdi.
20. yüzyıla geldiğimizde, kadınlar yüzyıllardır süregelen toplumsal baskılara karşı güçlü bir direniş sergilemeye başladı. Kadın hakları hareketleri, seçme ve seçilme hakkı, eğitim, çalışma ve eşit ücret talepleriyle dünya çapında yankı buldu. Feminist hareketler, kadınların yalnızca biyolojik bir kimlik olarak değil, birey olarak kabul görmesi gerektiğini savundu. Bu dönemde kadınlar, kamusal alanda daha fazla görünürlük kazandılar ve kazanılmış haklarını geri almak için büyük bir mücadele verdiler. Ancak bu kazanımlar, her ülkede ve her toplumda eşit ölçüde kabul görmedi. Halen pek çok kadın, eşitsizliklerle ve toplumsal baskılarla yüzleşmeye devam ediyor.
Günümüzde kadınların karşılaştıkları zorluklar, daha sofistike biçimlerde karşımıza çıkıyor. Kadınlar artık sadece evde değil, iş dünyasında, siyasette ve sanatta da yer alıyor. Fakat cam tavanlar, cinsiyetçi yaklaşımlar ve şiddetle mücadele etmek zorundalar. Kadının toplumsal rolü genişlerken, sorumlulukları da katlanarak artıyor. Çalışan kadınlar, bir yandan iş yerinde kariyer basamaklarını tırmanırken, diğer yandan evde annelik ve ev işlerini de üstlenmeye devam ediyor. Bu, modern dünyada kadınların yaşadığı en büyük çıkmazlardan biri.
Kadınlar tarih boyunca görünmezlik ve baskı altında varlıklarını sürdürmek zorunda kalmışlardır. Ancak tüm bu zorluklara rağmen, kadınlar her dönemde toplumsal yapıların en temel direği olmayı başarmıştır. Geçmişten günümüze kadar süregelen bu mücadele, kadınların her alanda var olma hakkını savunmaya devam edeceğini gösteriyor. Toplumların gerçek anlamda adil ve eşit bir yapıya kavuşması, ancak kadınların bu mücadelede kazandığı zaferlerin kalıcı olmasıyla mümkün olacaktır.