Mesleğe atıldığımız dönemlerde ‘Çağdaş İnsan Örgütlü İnsandır’ sloganı ile karşılaşmıştık. Belki bu slogan 12 Eylül darbesiyle topluma dayatılan örgütsüzlüğe vurgu yapıyordu. Belki de tüm zamanların örgütlenme bilincine yapılan bir vurguydu.

Daha sonra bizim kuşaklar bu sloganla yetinmedi. Tüm engelleri aşarak hızlıca örgütlendi. Ve ‘Hak Verilmez, Alınır’ diyerek mücadeleyi yükseltti. Sağlık iş kolunda hekimeler de diğer kamu emekçileri gibi ‘Çağdaş Hekim Örgütlü Hekimdir’ diyerek mücadeleye katıldı.

Bugün için elbette kayda değer bir hekim örgütlenmesi vardır. Özelikle kamuda çalışan hekimlerin meslek sendikacılığına yöneldiklerini görüyoruz.

Ancak ‘hakların korunması ve ilerletilmesi’ örgütlülüğe paralel yürümüyor.

Hekimler her gün bir hak gaspı ile karşılaşıyor.

Her gün şiddette maruz kalıyor.

Kazançları enflasyona yeniliyor.

Mesleki olarak irtifa kaybediyor.

Dayanışma duygusu yok ediliyor.

Hekim bugün meslek odasına, sendikalardan birine, ya da bir derneğe üye olmayı yeterli görmektedir. Oysa 1990’lı yılların kuşağı salt örgütlenmeyi yetersiz görmüş ve üstüne mücadeleyi eklemişti. Bugün sadece örgütlenme büyük başarı sayılıyor. Hakları koruyucu ve ilerletici eylemler, özelde ‘grev’  tatile çıkmış gibi görünüyor. Mesele elbette nostalji ile böbürlenip günümüze vurmak değildir. Bu tarzı ve dili de doğru bulmuyoruz. Her dönemin kendine göre artıları ve eksileri vardır. Amacımız kazanımları ve kaybettikleriyle geçmiş tecrübeleri hatırlatıp, bugüne bağını kurabilmek için hatırlatıyoruz. Özelikle grevin gücünü hatırlatıyoruz. Salt örgütlenmenin yeterli olmadığını söylemek istiyoruz.

Bugün hekimlerin diğer çalışanlar gibi yetersiz eylem ve etkili sözlere sahip olmamasının bir nedeni bireyin hak alma girişimi nedeniyle otorite tarafından cezalandırılma korkusudur. Daha fazlası paramedik bilgi, deneyim ve sınıf bilinci eksikliğidir. Salt ücretlere odaklı bir örgütlenmenin getirdiği ve getireceği atalettir.

Hekim özelinde ki örgütlülüğü değerlendirmeden önce kısaca örgütlenme tarihine vurgu yapmakta fayda vardır.

Tarihin akışı içinde, toplumsal ilerleme ve demokratik dalgalanma dönemleri hariç, emeğiyle çalışanlar örgütlenmekten hep kaçmış ve kaçırılmıştır. Örgütlenenler de ağır baskı ve cezalarla yüz yüze kalmıştır.

İnsanın, insanı ve doğayı sömürdüğü zamandan beri örgütlenme vardır. Medeniyetler tarihi başladığından beri, insan popülasyonunda sömüren ve sömürülen taraflar vardır. Sömürü çelişkinin ve çatışmanın en büyük nedenidir. Çelişkiler ve çatışmalar örgütlenmeleri ortaya çıkarmıştır. Hem sömürenler örgütlenmiştir hem de sömürülenler örgütlenmiştir. Sömürenler ellerinde ki gücü kullanarak daha sıkı örgütlenirken ve silahlanırken, emeği dışında hiç bir gücü olmayan sömürülenler daha dağınık ve silahsız örgütlenmişlerdir. Sömürenler ilk başlarda devlet olarak daha somut örgütlenmiştir. İlk başlarda devlet sömürenlerin baskı aracıdır. Ancak binlerce yıllık sınıf mücadelesi, bilim ve teknoloji, düşünsel devrim  ve toplumsal evrimle devlet en ilkel halinden uzaklaşmıştır. Önce , sonra tüm dünyada Batı Avrupa’da ‘Sosyal Devlet’ adı altında, ilkel halinden daha demokrat bir hal almıştır. Yine de kapitalizmin krizleri, savaşlar, faşist darbeler ile ortaya çıkan otoriter rejimler ilkel devlet davranışı gösterebilmektedir. (İnsanlık bir dönem ‘Ekim Devrimiyle’ yarım asır devletin işçi sınıfının eline geçtiğine de tanık olmuştur.)

İngiltere’de başlayan sanayi devrimi ve Fransa’da burjuva devrimi sonrası sömüren ve sömürülen çelişkisi, emek ve sermaye çelişkisi olarak adlandırılmaktadır. Emek kesimi sanayi devrimiyle işçi sınıfı ‘proletarya’ adını almıştır.

İşçiler 19. yüzyılın başında İngiltere’de, sanayi devriminin kapitalist devletine karşı sendikalar adıyla örgütlenmiştir. Sendikalar üyeliğin kolay oluşu, iş kolu bazında yaygın örgütlülüğü, grev yapabilmesi ve toplu sözleşmeye oturabilmesi nedeniyle işçilerin tercih ettiği bir örgütlenme olmuştur. Gerçekten sendikaların gücü iş kolunda farklı mesleklerde çalışanların bir araya gelmesiyle oluşan bir güçtür. Ve kullanıldığında burjuvazinin tankı ve topu da işe yaramamaktadır.

Güneşin batmadığı sömürgeci bir devlet olan İngiltere hükümeti ilk başlarda sendikalara oldukça çok sert davranmıştır. Ancak işçiler direnişlerle ve özelikle grevlerle yanıt vermiştir. Gerçekten işçilerin üretimden gelen gücünü kullanmaya başladığında kapitalizmin çarkları durmuştur. Sendikalar, grev denilen birlikte iş bırakmayı becerdiği anda devlet geri adım atmak zorunda kalmıştır. Devlet işçi sınıfının sendikalarına karşı ilk yenilgisini almıştır. Bu defa sendikaların kuruluşuna mecburen izin vermiştir.

Ancak sendikaların işleyişine, amacına ve mücadelesine müdahale etmiştir. Öncelikler işkolunda ki çalışanları bölmeye çalışmıştır. Beyaz yakalılar ve mavi yakalılar ayrımını derinleştirmiştir. Meslek sendikacılığını geliştirerek işkolu çalışanlarının işbirliğini parçalamayı amaçlamıştır. Sadece ücretler için mücadeleyi teşvik etmiştir.

Burjuvazi o dönem işçilerin iktidarı düşünmesinden hep korkmuştur. Bu nedenle ücret dışında ki talepler için mücadele eden sendikalara yine sert davranmıştır. Baskıların yetmediği görülünce de yeni bir sendikacılık tipi arayışına girilmiştir. Yine dönemin İngiltere hükümeti düzen yanlısı sendikacılık fikrini geliştirmiştir. Buna göre sendikalar siyaset yapmayacak, iktidara karşı çıkmayacak, devletin milli çıkarlarını burjuvaziyi destekleyerek koruyacaktır. 

Milliyetçilik yada daha modern deyimle ulusalcılık 19.yüzyılda kapitalist devletlerin sendikalara dayattığı bir resmi ideolojidir. Sendikalar ücretler dışında devlete muhalefet etmeyecek ve dış meselelerde devleti destekleyecektir. Vatan, bayrak, din, ordu gibi kavramlar sınıf üstü kabul edilmiş ve sendikalar hizaya çekilmeye çalışılmıştır.

19. yüzyıl İngiltere’sinde yaşanılan bu süreç kısmi değişikliklerle tüm dünyada egemen olmuştur. Devletlerin sendikalara bakışı öncelikle grev hakkına saldırı olmuştur. Sonra da toplusözleşme hakkı elinden alınmıştır.

Bugün kamu iş kollarında sendikalar yasal olarak serbesttir. Ancak grev ve toplu sözleşme hakkı yoktur. Kamu emekçileri 1990’lı yıllarda olduğu gibi fiili olarak grev yaparak mücadeleyi sürdürmüştür. Adı üretimden gelen gücün kullanımı olarak değiştirilse de grev, sendikaların en önemli gücü olmuştur. Gerçekten sendikaların meşruluğu 20 Aralık 1994’te olduğu gibi büyük grevler sayesinde sağlamıştır.

1990’lı yıllarda ki tüm hükümetler kamu emekçilerine ‘grevsiz ve toplu sözleşmesiz’ sendika yasasını dayatmıştır. Kamu emekçilerinin KÇSP (Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu) ve KESK konfederasyonu önderliğinde 17-18 Haziran 1995 ve 4-5 Mart 1998 Kızılay direnişlerinin temelinde, dönemin hükümetleri tarafından  dayatılan ‘grevsiz ve toplu sözleşmesiz sendika yasası’ vardır.

2001 yılında KESK’in zayıf olduğu bir dönemde 4688 sayılı  ‘grevsiz ve toplu sözleşmesiz yasa’ yürürlüğe konmuştur.

Buna karşın 2000’li yıllarda TTB ve SES G(ö)revlerle sağlık alanında grevler yaparak SDP’nin (sağlıkta dönüşüm programı) daha fazla yıkıcı olmasını engellemiştir.

Sevgili Ahmet Kaya’nın ‘Grev Hakkımı İstiyorum, Grev ‘ bestesiyle, hekim sendikalarını bir sonraki haftaya bırakarak, yazıyı şimdilik noktalıyoruz.

Veysi Ülgen