İnsan, hayat yolculuğunda doğruyu yanlıştan ayırmakta zorlandığında, karanlıklar arasında bir ışık arar. Kalpleri aydınlatan, zihinleri berraklaştıran ve ruhlara huzur veren ilahi bir nur arar.

Bu nur, Rabbin kelamı olan Kur’ân-ı Kerîm’de saklıdır. Kur’ân, sadece geçmişi anlatan bir kitap değil; bugünü inşa eden ve yarına yön veren bir rehberdir. O, yalnızca ibadetleri değil, inancı, ahlâkı, sosyal adaleti ve insanî erdemleri de en güzel şekilde öğreten ilahi bir hitaptır.
Her bir ayetinde derin bir hikmet, her kelimesinde bir rahmet gizlidir. Bazı ayetler ise öylesine kapsamlıdır ki, bir inanç sisteminin temelini, bir medeniyetin ahlâkını ve bir toplumun sosyal yapısını aynı anda anlatır. İşte bu yazıda ele aldığımız el-Bakara Suresi'nin 177. ayeti de, böyle bir ayettir. Tevhidin özünü, imanın rükünlerini, ahlâkın temellerini ve sosyal sorumluluğun sınırlarını veciz ifadelerle ortaya koyar. Ayetin ışığında, Allah’a imanın bir insanın hayatına nasıl yön verdiğini, kalplerde nasıl bir nur yaktığını birlikte tefekkür edeceğiz.
“Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik (birr) demek değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, Kitap’a, peygamberlere iman eden, Allah sevgisiyle yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve (esir) kölelere mal veren, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, anlaşma yaptığı zaman sözünü yerine getiren ve zorlukta, sıkıntıda ve savaş anında sabreden kimselerindir. İşte doğru olanlar bunlardır, sakınanlar da ancak onlardır.”
(el-Bakara, 2/177)
Kur’ân-ı Kerîm, yaratıcımız olan Allah’ın kelamı olması hasebiyle, bazen bir tek ayetle insanların temel meselelerine çözüm getirmekte ve onlara yol haritası çizmektedir. Kur’ân’ın mucizevi yönlerinden biri de, veciz ifadelerle insanların sorunlarına çözüm getirmesi, ihtiyaçlarını karşılaması ve sorularına cevap vermesidir.
Yukarıda verdiğimiz bu âyet-i celîlede, tevhidin ilkeleriyle birlikte İslam’ın rükünleri ve şartları da zikredilmektedir. Aynı zamanda ahlâkî esaslar belirlenmekte, sosyal alanda ise Müslüman ümmetin muhtaç olduğu ve hayatını üzerine inşa ettiği temel ilkelerden söz edilmektedir.
Bu ayetin iniş sebebine baktığımızda şunu görüyoruz: Müslümanlar Medine’ye hicret ettiklerinde namazda yönlerini Mescid-i Aksâ’ya çeviriyorlardı. Sonrasında Allah Teâlâ müminlere yönlerini Mescid-i Harâm’a çevirmelerini emretmiştir. Medine’de yaşayan Yahudiler ile Medine’ye gelen bazı Hristiyan gruplar kıble konusunda Müslümanlarla tartışıyor, kendi kıblelerinin daha hayırlı olduğunu iddia ediyorlardı. Ayrıca, “Mademki şimdi Kâbe kıble oldu, o halde daha önce Mescid-i Aksâ’ya dönerek kılınan namazların durumu ne olacak?” şeklinde asılsız ve akıl dışı sorular yöneltiyorlardı.
Kur’ân-ı Kerîm ise bu tartışmaya net bir şekilde son vermiş ve asıl iyiliğin, hangi yöne dönüldüğünde değil; Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve ahiret gününe iman etmekte; bu imanın gereklerini yaşamakta gizli olduğunu bildirmiştir. Asıl hayır, severek ve isteyerek malını Allah yolunda yetimlere, akrabalara, yoksullara, düşkünlere, yolculara, kölelere ve işçi sınıfına infak etmektedir.
Bu âyet-i celîlede geçen her kelimenin büyük anlamlar taşıdığı açıktır. "Birr" kelimesi burada iyilik anlamında kullanılmakta olup, hayır, takva, bereket, cennet vesilesi gibi tüm güzellikleri kapsayan Rahmânî bir kelimedir. İnsanların ölçüsündeki iyilik ile Allah’ın ölçüsündeki iyilik (birr) arasında yer ile gök arası kadar fark vardır.
Ayetin içinde imanın beş esasından bahsedilmiştir. Kadere iman ilkesi ise Allah’a iman ilkesinin içinde yer almakta olduğunu söyleyen âlimler vardır. Bazı âlimler kadere imanı, Allah’ın “ilim” sıfatının bir gereği olarak değerlendirmiştir. Ayrıca:
“Şüphesiz biz her şeyi bir kaderle yarattık.” (el-Kamer, 54/49)
âyet-i kerimesi açıkça kadere iman ilkesine vurgu yapmaktadır.
Allah’a iman, imanın esaslarının ve İslam’ın temelinin kaynağı olduğundan, her zaman ilk sırada zikredilmiştir. Allah’a hakkıyla iman etmek, bir babayı çocuklarına, eşine ve tüm ailesine karşı adil davranmaya sevk eden en büyük etkendir. Bir kadını kocasına karşı dürüst davranmaya, onu ihanetlerden uzak tutmaya yönlendirir. Allah’a iman, komşunun komşusuna, patronun işçiye, amirin memura, zenginin fakire, çocuğun anne babaya karşı saygılı, merhametli ve insaflı olmasını sağlar.
Allah’a hakkıyla iman eden bir mümin, tüm kötülüklerden, hayalsizlikten, zulümden ve fenalıktan uzak durur. İslam kimliğini kazandıran, şahsiyet inşa eden, kulluk bilincini kazandıran şey Allah’a olan imandır. Bu iman, mümine tâğuta karşı isyan etme şuuru, zalime karşı dik durma cesareti, müşrik ve ateiste karşı direnme gücü verir. Kalpleri birleştiren, ümmet bilinci kazandıran, kardeşlik ruhunu yerleştiren, Müslümanlar arasında birlik ve beraberlik sağlayan şey yine Allah’a olan gerçek imandır.
Sonuç olarak anlıyoruz ki; Allah’a iman nuru bir kalbe yerleştiği zaman o kalbi aydınlatır. Bu kalp, bir evin içini aydınlatan lamba gibi tüm bedeni nurlandırır. O nur, bütün organlara yayılır. Gözler gerçekleri görür, zararlı şeylerden uzak durur. Gözler kevnî ayetlere ve Kur’ân ayetlerine bakar, ibret alır, tefekkür eder. Kulaklar hakikati dinler, boş sözlerden uzaklaşır. Kalp nuruyla koklanır, eller kötülükten çekilir, kötülükle mücadele eder. Ayaklar ise hayırlı yerlere yönelir, haram olan mekânlardan uzak durur. Allah’a iman nuru, insanı daima Allah’a götüren yollara yönlendirir, şeytanın tuzaklarından korur.
İnşâAllah sağ kalırsak, önümüzdeki hafta bu ayetin diğer boyutları üzerine de yazacağım. Yüce Allah’tan tevfik ve yardım diliyorum. Selam ve dua ile…