Modernleşme yaklaşımı ile coğrafi tasavvurlar arasındaki diyalektik devletlerde doğayı fethetme ve biçimlendirme olarak tezahür eder. Sosyal bilimcilerin, siyasal sistemlerin ekosistemle olan etkileşimine dair çalışmaları mevcuttur. Bu çalışmalardan hareketle Türkiye devletinin yıllarca ekolojik sistemleri, özellikle de doğu ve güneydoğu bölgelerindeki coğrafi alanları iç sorunlarıyla başa çıkmak için nasıl araçsallaştırdığını hatırlatmakta fayda vardır.
Devlet söyleminin Kürtleri kimlik oluşumu açısından nasıl şekillendirmeye çalıştığı çoğumuzun malumudur. James Scott, modernleşme teorisinde sunduğu perspektifte, Türkiye'nin doğu ve güneydoğu bölgesinin 20. yüzyılın modernleşme fikri ile yeniden tasarlandığı dile getiririr. Bu bölgelerde (Türklük esasına dayalı) bir ulusal halk kitlesi geliştirmek için Türk kurumları yeni bir yerleşim yapısı geliştirmeye çalışmışlardır. Bu minvalde mekan isimleri de dahil olmak üzere çevre yeniden şekillendirilmiştir. Bölgedeki sokakların, şehirlerin, nehirlerin ve dağların değişen adları örnek teşkil eder. Konu ile ilgili geniş çaplı bir okumayı James Scott'ın 'Seeing Like a State' adlı kitabı sunar. Hem toplumu hem de çevreyi kontrol etmek için rasyonalizasyon ve modernizasyonun nasıl uygulandığına dair somut birçok olay sunmuştur Scott. Savlarını desteklemek için Devletin doğayı nasıl organize ettiğine odaklanmıştır. Scott'ın araştırmaları devletin insanların ve çevrenin yönetimine ve kontrolüne sahip olmak için rasyonel, yüksek modernist planlarını nasıl uyguladığını gösterir. Ona göre doğa ve toplumlar devletlerin nesneleridir. Devletin bir toplumu nasıl nesneleştirdiğine dair somutlaştırmayı ; sınır barajlarının Kürt halkının yaşamı üzerinde etkileriyle sunabiliriz. Bu projeler nedeniyle insanlar köylerini terk etmek zorunda kalıp ülkenin daha kentsel bölgelerine zorunlu göç etmişlerdir. Bu göçler Kürt halkının geleneksel sosyal ve kültürel ağlarının zedelenmesine yol açmıştır. Yerinden edilmiş Kürtler, sözde eğitim, sağlık ve iş imkanlarının olduğu şehirlere taşınmaya teşvik edilmiş; ancak bu durum Kürtlerin daha fazla asimilasyonuna yol açmıştır.
Uzun yıllar toplumsal kalkınma projesi olarak gösterilen GAP projesi, Güneydoğu'da devletin daha fazla görünürlülük kazanmasına ve bölgedeki insanları kontrol etmeyi amaçlamasına hizmet etmiştir. Dolayısıyla
o dönem baraj projelerinin de bir kontrol ve yönetim girişimi olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Elbette Türkiye'deki Kürt sorunu çok yönlü bir meseledir ve sadece bir tarafa odaklanarak anlamak mümkün değildir. Lakin bu meselenin çok sık kaçınılan çevresel kısmına el atmak da elzemdir. Mevcut literatüre odaklanarak, devletin kendi iç çatışmasıyla başa çıkmak için çevreyi kendi çıkarları için nasıl kullandığını o dönem üzerinden okumaya çalışmak bu dönem yaşanılan doğa katliamlarına da bir perde aralayacaktır.