Yakın zamanda Diyarbakır’da işlenen Narin Güran cinayetinin yarattığı travmanın Türkiye’nin tamamına nasıl sirayet ettiğine tanıklık ettik. Son bir ayda çocuklarımıza daha çok sarıldık, tembihlerde bulunduk. Eskiden “yabancılara karşı mesafe koyun” derken, yaşanılanlar karşısında yakınımızdakileri düşünüp “Allah korusun” ifadesini defalarca tekrarladık.
Sahi biz ne zaman bu hale geldik?
Baba yarısı dediğimiz amca, dayılar yeğenlerini sevmeyecek de kim, nasıl sevecek?
Kime, nasıl güveneceğiz?
1990’lı yıllarda başlayan Kürtlerin zorunlu göçebe hayatı, 2000’lerde çok sıkıntılı geçti, geçiyor.
Bir perişanlık hali var.
2000’li yılların başlarını hatırlayalım. Yazar kasaların fırlatıldığı ekonomik krizde pek çok iş veren iflas etti. Binlerce kişiyi yanında istihdam edenler, bir gecede bir lokma ekmeğe muhtaç edildi. Bunalıma giren onlarca kişi intihar edip yaşamına son verdi.
Bu ülkenin ekonomisine yanlış yön veren siyasilerin hatası, yılların birikimini bir gecede silindir gibi ezdi geçti.
Böyle bir süreçten geçtik ülkece.
Türkiye her ne kadar sosyal patlamanın eşiğine gelse de Kürtler, ikamet ettikleri yerlerde dayanışmayı, bölüşmeyi, yardımlaşmayı yaşatarak ayakta kalabildi.
Metropollerde yaşayanlara memleketten otobüslerle gönderilen ürünler, bunun en büyük kanıtı oldu.
Öyle ki otogarlarda, özellikle Doğu ve Güneydoğu firmaları “İnsan değil peynir, yoğurt, turşu, un torbaları taşıyoruz” diye isyan etti.
Ya sonra; ekonomik krizin de tetiklemesi, pandemi ve depremin etkisiyle işsizlik ve alım gücünün düşmesi, ne yazık ki evdeki, çarşıdaki dengeleri alt üst etmiş durumda.
İnsanlar mutsuz, yarının geleceği olan gençler artık önünü göremiyor.
Tarlalara ekilen Hint kenevirlerini uzakta aramaya gerek yok. Kırsalda ekilen bu illet, şehir merkezinde, Sur, Bağlar, Yenişehir, Kayapınar’ın kuytu yerlerinde satılıyor. Güpegündüz park ve bahçelerde ‘dumana vuruyorlar.’
Şehirden coğrafi tescil belgesi alan ciğer kokusu yerine esrarın kokusu yükseliyor bu kentte.
Emniyetin de uyuşturucu illeti ile mücadele eden sivil toplum kuruluşlarının da Diyarbakır’daki tespiti korkunç.
Uyuşturucu yaşı, 9-10 yaşa kadar düşmüş durumda.
Beyinler bu yaşta çürüyor.
Uyuşturucu, yozluğa, yoksulluğa ve fuhuşa sürüklüyor ne yazık ki.
Bununla birlikte ülke genelinde hortlayan bireysel silahlanma.
Mafyaya özenen tiplemeler, sokakları adeta Teksas’a çevirmiş durumda…
Tedbir, tedbir, tedbir.
Batıdaki tablo bölgeden aşağı değil.
İstanbul’da parçalanan bedenler… Uyuşturucunun da etkisiyle sokak ortasında yaşanan sapkınlıklar... Düğmeye basılmış gibi her gün sosyal medyada yer alan akıl almaz görüntüler…
Aslında yaşanan vahşetler de sapkınlıklar da yeni değil.
Müge Anlı ve Esra Erol’un hafta içi yayınlanan programları, yıllardır çarpık ilişkileri, işlenen akıl almaz cinayetleri işleyip duruyor.
8 yaşından itibaren ‘annelik’ yaptığı çocukla kaçan üvey anneden, sevgilisi uğruna kızıyla plan yapıp eşinin suyuna ilaç atıp öldürenlere kadar, toplumsal çürümenin ve ahlaki çöküşün örnekleri canlı yayında yıllardır yayınlanıp duruyor.
Ülkeyi yönetenler, yaşanan bu cinnet ve sapkın haline karşı tedbirler almalı, uyuşturucu illetine karşı STK’lar inisiyatif üstlenip etkin mücadele yöntemlerini masaya yatırmalı, siyasiler Türk Ceza Kanunu’ndaki infaz düzenlemesi acilen revize edilmelidir.
Aksi halde dibe vuruşun hazin sonlarını daha çok yaşayacağız.