Sevgili okuyucularım 2000'li yıllarda Silvan ilçemizde görev yapan değerli bir doktorumuzun Bölgenin ve Silvan'ın sevilen simalarından Mehmet Can Sola yani (Piç Cano) kaleme aldığı yaşamında kesitlerini hep birlikte okuyalım. sizlerde benim kadar keyif alacağınızı umuyorum...
2002 Eylül ayının ortalarında, bir gün sonra gireceğim TUS sınavının akşamında, Ulus’taki otel odamdan akşam yemeği için çıkmıştım. Ulus Meydanının dan Dış Kapı’ya doğru giden ana caddede sol tarafta bulunan bir lokantaya rastgele girmiştim. Bizi ilk karşılayan garson ; “Abem, hoş gelmişsen’’
-Aa anladım şivesinden bizden birileri olmalı. Hoş bulduk dedim.
– Siz Diyarbakırlı mısınız? Diye sormuştu. Kafamla onaylayarak o sıcak ilgi iletişimimiz devam etmesini istemiştim. Garson Diyarbakır’dan benim tanıyabileceğimi düşünerekten söylediği iki kişiyi tanımamıştım. Yemek işim bitikten sonra, bana bu sıcak ilgiyi gösteren hemşerime bir Allaha ısmarladık demek istedim. Bir daha ‘’Abi sen Silvan’lıPicCanu’yutanısen ‘’Yok tanımıyorum’’ Çocuktaki yüz ifadesi! “Ama sen ne biçim Diyarbaqırlısin?.Abii.” serzenişte bulundu.
Böylelikle İkimizin ortak tanıdıkları olabileceği fikri havada kalmıştı. Ama aklımda kalan ‘Pic Cano’ ismi oldu. Ertesi günü girdiğim sınavdan hayal kırıklığına uğrayarak tekrar Diyarbakır’a SSK Hastanedeki işime ve Kuruçeşme’deki muayenehanemin başına dönmüştüm. Geçen bir aylık süreç içinde Silvan’da bir hekim meslektaşımızın usulsüzlük soruşturmasından dolayı merkeze çekilmiş, yerine hekim arkadaşlar olarak aramızda çektiğimiz kura sonucu o hizmeti sürdürme işi bana düşmüştü. Geçici görevlendirme yazım yazıldıktan sonra Silvan yolunu tutmuştum. Yol Balıksırtı gibi ve tek şeritliydi. Arabamla yol alırken etraf oldukça sessiz ve yol trafiği oldukça seyrekti. Silvan nüfusu o Kaos ve kargaşa döneminde 100 bin den hızlıca 60 bin rakamına inmişti. Dahası sokak sokağa küs, caddelerin çoğu birbirleriyle irtibatını beton bloklarla kesilmiş ve insanlar birbiriyle iletişimde mesafeliydi. Böyle bir ortamda halkının çoğu Farqin dediği Silvan’da SSK Dispanserini adresini soruyorum. Şahıslarda aldığım adrese göre SSK Dispanseri Silvan’ın
(Farqin) efsanevi Kralı’nın kızı Zembil’in sevdalısı Feroş’a iletişim için mum yaktığı Kral Konağı’nın tam karşısında, Güney tarafında bir yerlerdeydi. Aldığım yol tarifine uyarak 500 metrelik dolambaç gibi devam eden sokaklardan sonra üç aylık görevimi yapacak mekâna ulaşmıştım. Bu mekân, eski Sağlık Bakanlarından Yusuf Azizoğlu Konağı olup sırtını kaleye dayatmış, oradaki halkın tarifi ile XırbıEzizoğli Konağıydı.
‘’Azizoğuları aile fertlerinin çoğu o kargaşa yıllarında Silvan bölgesini terk etmiş, mülklerinin çoğu tahrip edilmişti. Sağlam kalan konaklarını sanırım zarar görmemesi için SSK’YA hizmet için hibe etmişti.’’
Böylesi bir ortamda hasta sayısı 60 ile 100 arası değişen dispanserde işime başladım. Geceleri kalmam için Tekel Misafirhanesi bana tahsis edilmişti. İlk gün ki mesaimde personelleri ve dispanser işleyişi hakkında bilgi aldım. Personel sayısını, görev dağılımını, kimin ne görev yaptığını, odaları, eczanenin nasıl hizmet verdiğini vs. öğrenmeye çalışıyordum. Ortalama 14-15 kişilik dispanser çalışanı vardı. Hemşirelerin çoğu doğu hizmeti dolayısıyla asker ve polis eşleriydi. Başlayış yazımı yazdırmak için sekreteri sormuştum. Hiç kimsede ses çıkmadı. Bir daha sorduğumda; hemşirelerden biri hışımla gözlerini bana dikleyerek hesap sorar gibi ‘’Bizim işe gelmemiz ya da kaytarmamız için ila ki savcı veya doktor eşi mi olmamız gerekir?’’ Şeklinde bir ithamla karşı karşıya kaldım. Hayda bu nerde çıktı dercesine durumu öğrenmeye çalışıyorum. Evet, burada kadrosu olup uzun süre işe gelmeyen bir savcının eşi vardı. Yeni işe başlarken iki hafta devam etmiş ancak yaklaşık 5 aydır dispansere uğramamış.
Özet olarak; Silvan’da bir kaos ortamı ve beş aydır işe gelmeyen bir savcı eşi ve dahası ortalık tamamen pusulu bir hava vardır. Bütün iş yerlerinde olduğu gibi hizmetçiler, kurumların işleyiş gibi çoğu konularda, kariyerlilerden daha duyarlıdır. Faysal diye gözleri dört dönen hizmetliyi çağırdım nedir bu durum ya? Diyerekten hizmetlinin derinliğini yokladım. ‘’Dr. Beg Savcının hanımı doğru, beş aydır işe gelmiyor. Senin başlayış yazını yazdım bile. Sanki hemşiremiz çok sağlamdır da başkalarına laf sokuyor? Geçen sene kullandığı 20 günlük yıllık iznini işleme sokmadı bile. Ayrıca başhekimin haberi de vardır, sekreter hanımın işe gelmediğine dair. Hayda.. Nereye elimi atıyorsam kirli pamuk atıkları gibi elime yapışıyor. Bu durumda yapacak bir şey yok. Ya da bütün ortamın risklerini göğüslemelisiniz. Sekreter X Hanımın yaklaşık 5 aydır işe gelmediğine dair resmi yazımı yazarak SSK’na postaladım. Ertesi gün yoğun poliklinik hizmetimin ilerleyen saatlerinde kapımı çalarak çayımı getiren hizmetli Faysal Efendi kulağıma eğilerek tiyo verdi “Salonda bekleyen bey savcı bey olup bizde çalışıyor gibi görünen sekreter hanımın eşidir. Sizinle bu konuyu konuşmak için gelmiş” Daha çayımı yudumlamadan kapımı açarak benimle görüşmeyi bekleyen Savcı Beyi İçeri alarak çay da ikramında bulundum. Bu arada acaba savcı bey benimle ne konuşacak? gibi nahoş tereddütlerim de yok değildi. Savcı bey hemen konuya girdi. ‘’Dr. Bey yaptığınız çok doğru bir işlemdir. Cebinden çıkardığı eşinin istifa dilekçesini masama koyup devam etti. ‘’Benim eşim Ankara Hukuk Fakültesi mezunu olup SSK Bünyesinde açılan sekreterlik sınavına, ilerde mesleğine dönebilecek düşüncesiyle girmiştir. Bu şansı olmayınca az depresyonda işe devam etmiyor. Bizim, şimdiye kadar size verdiğimiz sıkıntıdan da mahzur görünüz’’ diyerekten eşinin istifa dilekçesini masama koyu verdi. Bu durumda haklı, haksız, onam, hüzün gibi duygular hep bir aradadır. Az kendimi sorguluyorum; Bu güne kadar gelen bir yanlışın düzeltilmesi bana mı gelmeliydi?
Bir haftalık çalışmadan sonra baktım hastaların hemen tümü Kürtçe konuşuyorlar. Bunun üzerine kendi kendime kurgu oluşturuyorum “Ben bunlarla kürmanci konuşursam yanlış anlamalar, dikizlenmeler ve başka samimiyete dayalı isteklerin ardı arkası kesilmeyecektir’’ Böylece Kürtçe konuşmamaya karar verdim. DR bey kürt değimlisiniz soranlara; yok değilim Siirt’in Arabıyım diye cevap verdim. Ertesi gün bir baktım ki beyaz sarıklı, yaşlı, genç, kadınlı, erkekli belki 20 kişi bana hoş geldin ziyaretine gelmişler. Her birinde güler yüz, bir samimiyet sıcaklık vs. iyi de bende tık yok. Durumu bir mahcubiyetle; Arap olmadığımı bir yanlış anlaşılmadan kaynaklandığını, hizmet anlamında bunların yeri olmayacağını anlatmıştım.
Üç hafta sonra bir kış akşamında, çarşıda akşam yemeğini yedikten sonra her zaman ki gibi kaldığım Tekel Misafirhanesi yolunu tuttum. Az dinledikten sonra kapım çalındı. Kapıyı açtım ne bakayım karşımda, benim boyumda, benden daha esmer, kıvırcık saçlı, gözleri yuvarlak, kare ceketli elinde hurma ve çay tepsisiyle birileri duruyor. Az kafa karışıklığından sonra içeri buyur etim. Sanki ben bu adamı iki gün önce, bir sokakta geçerken düğünde halay başını çektiğini, ortamı keyifle ateşlediğini görmüştüm.
– Doğtor bey ğoş gelmişsin. Ben CONO dedi.
Tekelde bekçiyim, eski topçiyim. Sanki anlamamış gibi bir daha kimsiniz dedim? Ziyaretçim; Tekrardan ben Cono, belki duymuşsun adımı, bana Piç Cano derler.
Ankara’daki garsonla yemek muhabetimizde zaten ismini duymuştum. Az bir çay sohbetinden sonra Cono’yu daha iyi tanıyordum. Kışının ayazında büyük bir sessizlik içinde kaloriferlerin son sıcaklık göstergesiyle ısıttığı alanımızı Silvan’ı konuşuyorduk. İlçesiyle ismi bütünleşmiş Cono’yu daha iyi tanıyordum. O kendini anlatıyordu, ben de dinliyordum. Neden Piç Cano sorusuna bir of çekerekten başladı’’ Doğtor bey, ben 10 yıl futbolculuk yaptım 3.ligde birkaç takımda geri bek olarak oynadım. Günün birinde Mardin spor Diyarbakır spor maçında, ben Mardin sporda oynuyordum. Karşı taraftan gelen bir atakta arkadaşım Diyarbakır sporcuyu faulle durdurabildi. O hareketin futbolda ceza karşılığı penaltıydı. Hakemim kırmızı kartını cebinden çıkarmadan bir hamleyle onun kırmızı kartını yürütüp tumanımın içine sakladım. Kırmızı kartı göstermesi gerekirken zorunlu olarak yerine sarı kart göstermişti. O günden sonra seyircilerin takdiriyle Pic Cano lakabını almışım. Vallah kaç ay önce de Hac farızamı da yerine getirmişim buna rağmen bir şey değişmedi. Bu lakaptan kurtulamadığım gibi şimdi de bana Hacı Piç Cano derler. Ne yapayım şans işte. Ve ekledi bu günlerde anam belinden çok rahatsız. Ben seni ona anlatmışım. Yarın sana gelecağ, anama iyi bağasın bir zahmet. Tabii dedim Cano, Ne demek, lafı mı olur? Az sonra getirdiği tepsisiyle yanımdan ayrıldı. Ertesi gün poliklinik çalışmasının ileri saatlerinden fiş almayıp emin hareketlerle kapım çalındı. Baktım 65yaşlarda bir kadın buyur teyzem. Hayırdır hoş geldiniz dedim. – kadın “Oğul ben Cono’nunanasıyam’’ -Ben ‘’Hangi Cano? Bilmiyorum’’ dedim. Kadın’’ oğul senin boyunda senin gibi esmer misafirhanede nöbetçi, eski topcii falan ‘’ ben ‘’Yok, böyle birini bilmiyorum’’ Kadın nihayetinde ‘’oğul Hacı Piç Cano’’ ben yerimde kalkarak‘’AA tamam teyzem hoş geldiniz başım gözüm üzerine, söyle derdini;sana nasıl yardımcı olayım?’’ kadın şikayetini anlatı. Onu güzel bir muayene etikten sonra, ilaçlarını da aldırarak ve nasıl kullanacağını da anlatmışım. Kadın memnuniyetle dışarı çıktıktan sonra kendi kendine bir muhakeme etmiş benim onu bilerek ten Piç Cano kelimesini söylettirdiğim kanaatine varmış. Bir beş dakika sonra tekrar kapım çalındı ‘’ lavodoğtorvellehi sen Canomdan 50 kat daha piçsın’’ gülümseyerek uzaklaştı. Eyvallah teyzem dedim. Çünkü o ortamı ve fırsatı ona ben yaratmıştım.
Saygılar. Bütün Silvanlılara