Malum, ülkenin siyasal gündeminin ateşi yine tavan yaptı. Ve aynı hızla da süreduruyor. Bir yanda bir zamanların en ateşli “urgan”cısı Kürt sorununa “Devlet” eksenli kendi çözüm modelini sunarken, Kürt tarafının siyasal temsiliyetinin muhataplığı anlamını taşıyacak “el sıkışma”yı bütün riskleri göze alarak kamuoyunun gündemine taşıyor.
Hatta gündeme taşımakla yetinmeyip üç haftadır gündemde tutarak haftalık Meclis grup toplantısında “Biz, bu işin sahibiyiz” diyor…
Öbür yanda ise tam da bu yönelme / ilişkilenme modu üzerinden adeta hiç kimse kendini “taraf” gibi görmeye yeltenmesin! Bu bir “devlet politikası” dercesine CHP ve DEM’li belediyelere adeta “ayar vererek” peşpeşe kayyım atanıyor.
İşin garip yanı kayyım atanılan yerleşkelerde direniş refleksleri tam hızla sürerken, henüz kayyım atanmayan kimi yerleşkelerde de her an kayyım atanabilir ruh hâli görünürlüğü yaşanıyor. Örneğin şöyle k; bir edebiyat programı sonrası bir kadın edebiyatçı “kayyum bekleyen bir kentte edebiyat inadı…” diye paylaşım yaparak bu ruh hâlini adeta faş ediyor.
Oysa ki bu bir yanıyla “çözüm” diğer yanıyla tuhaf “kayyum” beklenti hâli; her yanıyla ve kelimenin tam anlamıyla eşyanın tabiatına aykırı bir duruma da dalalet ediyor.
Çözüm olursa olur elbette, iyi de olur. Kayyım da gelirse gelir ki gelmiş olan yerlerde görünüyor ki kötü de olur ve oluyor tabii ki…
Ama bütün bir gündelik dünya halini, üstelik tebanın neredeyse kendi irade ve müdahilliği dışında şekillenen bu ikili fiili durum üzerine kurmak ve bunun üzerinden hayatın sürdürülmesi sahiden çok ama çok zor ve tuhaf da!
Mesela yaşanılan şehrin insana dair olan ve her bir bireye farklı şekillerde değen / dokunan capcanlı yüzü / yüzleri var.
Birçok adı olan Diyarbakır tam dokuz yıl önce (2015 Temmuz) Surları, Eski Şehri ve Hewsel Bahçeleri ile birlikte UNESCO tarihi ve kültürel miras KALICI listesine dahil edildi.
Hemen bir kaç ay içinde henüz bu güzel katılımın keyfini yaşayamadan kent ve coğrafya devasa bir tahribatı yaşadı. Adına “kent savaşı” denilebilecek hendek, barikat, sokağa çıkma yasaklı bir yok oluş yaşandı. Uzunca bir süre kent kendine ait olmayan bir felaketi bedeninde, ruhunda yaşadı.
UNESCO’nun ilgilileri / temsilcileri bu yıkım felaketinin hiçbir yerinde ve zamanında defalarca davet edilmelerine rağmen müdahil olmadılar. Gelip de yıkımı yerinde gözleme ve rapor etme ihtiyacı duymadılar.
Zaman en iyi ilaçtır derler ya! Evet, zaman geçti ve geldiler. Yakın günlerde raporlarını tuttular. Şimdi “hesap vakti” diyorlar. Desinler elbette, hakları var ve işleri bu.
Peki bir soru da biz soralım o halde: UNESCO’lu bu dokuz yıllık zaman dilimi içinde sahi bu kenti kim yönetti?
Kentin Valisi ve Sur ilçesinin de Kaymakamı vardı. İkisi de aynı zamanda seçilmişlerin yerine atanmış kayyım belediye başkanlarıydılar. Hatta biri bir dönem hem sur kaymakamı hem de Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteriydi. Üstelik kayyım atanan belediyelerin meclisleri de fethedilmişti.
Evet soru orta yerde duruyor;
Surların restorasyonunun!
Hewsel Bahçeleri’nin tahrip edilerek endüstriyel ürün alanı haline dönüştürülmesinin!
Ongözlü köprü etrafının korkunç bir işgal alanı haline dönüşmesinin iznini kim verdi, ya da kim / kimler göz yumdu…
Fazla detaya girmeme bir gazete köşe yazısının sınırları maalesef elvermiyor. Şimdi UNESCO’nun ve kayyım belediyeciliğinde ısrar edenlerin yakın zamanda yaşanmış ve yaşanmaya devam eden bu fiili durumlara ve bu sorulara yanıt verme zamanıdır…
Bekliyoruz…