Başlığı atarken de yazıyı yazarken de kendimden utandım. 21. Yüzyılda hayatı ortaklaşa yaşadığımız kadına yönelik duygusal ve fiziksel şiddetin yaşanıyor ve hatta konuşuluyor olması bir utanç vesilesi.
Kadın kelimesini tırnak ya da parantez içinde kullanmamaya özen gösteririm. Bence, her şekliyle kadına şiddetin başrolündeki ‘erkek’ tırnak içinde yazılmalı. Yazılmalı ki içinde oldukları ruh halinin kokusu dünyamızı sarmasın.
Kadına yönelik şiddet konusu işlendiğinde eminim herkes birçok akademik çalışmadan, ağdalı cümlelerden, ruhsal dünyasını temize çekme adına edebi ve şiirsel yaklaşımlardan yararlanabilir. Bunlara gerek var mı bilmiyorum.
Şiddet, en sade haliyle “bir kişiye güç ya da baskı uygulayarak kişinin istemediği bir şeyi zorla yapma” durumuna denir.
“Bir kişinin yapmak istemediği bir şey”, anahtar cümle. Bir kişi bir şeyi yapmak istemiyorsa bunu yapmaya zorlamak nasıl bir ruh halidir anlamak zor.
Sevmek istemiyorsa, gelmek istemiyorsa, gitmek istemiyorsa, okumak istemiyorsa, sürdürmek istemiyorsa. Bunun nesi anlaşılmıyor anlamak zor. İSTEMİYOR işte, bu kadar net ve basit.
Taaa ana karnındayken başlar şiddet. Ana karnındaki çocuğun ‘erkek’ olması için yapılan temenni bile bir şiddet değil midir? Basit gelebilir ama hem hamile kadına hem de anne karnındaki çocuğa şiddettir kanımca. Hele çocuk kız olarak doğarsa o zaman görün. Fiziki şiddetten ziyade memnuniyetsizlik bile kadını rahatsız edecek bir durumdur.
“Ya benimsin ya toprağın” cümlesinin içinde barındırdığı şiddetin farkına varmak için hangi bilimsel makaleyi okumak gerek? “Ne seninim ne de toprağınım, ben benimim” cümlesi en iyi cevaptır aslında. Bu cümlenin arabesk koktuğunu söyleyebilir bir çoğumuz. Hayır, arabesk değil ‘şiddet’ kokuyor cümle.
Evet, ev içinde devam eder kadına şiddet. Evin babası, abisi, amcası ve diğer erkeklerinin hakimiyet kurma çabası ile. Şuraya gitme, bununla dolaşma gibi genel geçer çirkin kısıtlayıcı yaklaşımlar. Ev içinde kadının görevi, evdeki erkeklere hizmet etmek onların gündelik yaşamlarının rahat olması için azami çaba sarf etmektir. Evli bir kadının yegane görevi de ‘erkeğine’ yaraşır bir kadın olmak ve ona ‘erkekliğini’ teyit edecek ‘erkek’ çocuklar doğurmaktır gibi ilkellikten de öte bir düşünce hakimdir
Ve garip bir durum daha var ki evdeki kadınları olabildiğince sık boğaz eden ‘erkekler’, dışarıda kadınlara karşı da son derece makul ve saygılı (?) bir profil çizerler. Hayatlarında bulunan bir kadının hapşırmasına neredeyse hiçbir zaman bir ‘çok yaşa’ bile demeyen o ‘erkek’, dışarıda nazik görünmüş olmak için garip ve fakat saçma bir çaba içine girmekte son derece mahirdir.
Olayın devlet boyutunu da unutmamak gerek. Devletlerin kendisi baştan aşağıya bir ‘erkeklik’ motivasyonu üzerine inşa edilmiştir. Bu defa da kadının görevi ‘devletine’ sonsuz bağlılıktan başka bir şey değildir. Kadına yönelik herhangi bir şiddet karşısında ‘erkek’ muhakkak surette pozitif bir ayrımcılıkla karşılaşır. Cezalandırmada sürekli bir ‘hafifletici’ unsur aranır ve uygulanır. Pekiyi nedir bu hafifletici unsur? ‘Kadının provokasyonuna’ gelmiş olmak yeterli olabiliyor genelde. Bazen de, bir kadına uyguladığı şiddet hatta ölümle sonuçlanmış bir yaklaşımın ilk mahkemesinde ‘takım elbise’ giymek bile o hafifletici unsur alanına girebiliyor.
Şiddet içinde şiddet bu olsa gerek.
Kadın, her günahın adresi olarak görülür. Kadının yaşam sınırları ve koşulları çizilmiş ve ona mutlak itaat etmek durumundadır. Bu itaat sırasında ‘neden ve nasıl’ soruları yoktur.
Allah’ım, bunları sıralarken bile nefesim kesildi. Nasıl bir dünya anlamak oldukça zor.
Dikkat ederseniz, hiçbir istatistiki bilgiye, hukuksal belgeye dokunmadım.
Niye?
Çünkü onlar çok yazılıp çizildi. Başka şeyler yazmak ve konuşmak gerek.
Neredeyse her Allah’ın günü, bir kadın öldürülüyor vahşice. Yer, mekan, şehir, coğrafya çok fark etmiyor. Ama özellikle gelişmemiş ve gelişmemekte direten coğrafyalarda bu daha fazladır.
Bir iki ah-vah, sonrasında birkaç yüz metre ve genellikle müdahale edilen yürüyüş, sonra sıkılı yumruklar, ‘unutmayacağız’ sloganları, gayri insani mahkeme tutanakları, sıradan bir ceza, hafifletici sebep, sonra tahliye ve El Fatiha.
O tahliye olan ‘erkek’ çıkar çıkmaz başka suçların başkenti oluyor ve bu döngü böylece devam edip duruyor.
Peki ne yapılmalı? Ya da yapılabilir bir şey var mı?
Var tabi ki.
Mesela; her ebeveyn, hayatında bulunan ve kadına şiddetin başrolündeki bir ‘erkeğe’ gerekli eğitimi ve yaklaşımı aşılarsa sorunun önemli bir bölümünü ortadan kaldırmış olabiliriz.
Sonrasında bir devlet politikası olarak, yüksek seviyede bir eğitim verilmesi gerekmektedir. Ayrıca olası bir şiddet karşısında kimsenin gözünün yaşına bakılmayacak ve sırf ‘caydırıcı’ olsun diye değil, failin hak ettiği için bir cezayı verebilecek bir hukuk sistemin yazılması ve yaratılması şarttır.
Ve biraz insan olacağız.
Biraz vicdanlı, biraz adaletli, biraz medeni olacağız.
Bakın hepsinden biraz diyorum. Biraz ya.
Hepi topu o.
Sonra da ‘Kahrolsun Kadına Şiddet Ve O Şiddeti Yapanlar Ve Göz Yumanlar’ diye bağıracağız…