Şarkının sözünde diyor ki; “Dam’da puşi işlerem Kız, yanağın dişlerem Seni bahan verseler Saç bağın gümüşlerem”

Diyarbakır Suriçi’nde bir zamanlar hayatın kesintisiz sürdüğü bazalt taş avlulu evlerin olmazsa olmazı dut ağaçlarıydı. Ve tabii ki kentin akciğeri Hevsel Bahçeleri'nde dutluklar, dut bahçeleri olurdu. 
Dut ağaçları hem yaprağı, hem de meyvesiyle kente büyük ekonomik katkı sağlardı. 

Diyarbakır, ipekli dokuma üretimiyle kayda alınan 1900 yılların hayli öncesinden itibaren ipek böcekçiliği açısından çok öne çıkan bir şehirdi. 
Şöyle ki; 1927 yılında İzmir'de yapılan sanayi sayımı envanter çalışmasında Diyarbakır, İstanbul'dan sonra ipekli dokuma üretiminde ikinci sırada. İpekli dokumada öncü olan Bursa ise üçüncü sırada yer alıyor. Diyarbakır, sadece istihdamda Bursa'dan sonra üçüncü sırada yer alıyordu. Kentte ipekli dokumada 772 işletme vardı ve bunların da büyük çoğunluğu aile işletmesiydi.

Şeyhmus Diken

Üreten ve istihdam yaratan bir kentte dut ağaçlarının fazla olması da kaçınılmazdı. Düşünün Türkiye'de üretim ve istihdam açısından ikinci ve üçüncü sırada olan bir şehirden bahsediyoruz. 

Üreten ve istihdam yaratan bir kentte tabi ki dut ağacı da çok olacak. Çünkü ipek kozasının içindeki tırtıllar dut yaprağıyla beslenir. 
İsterseniz soruyu şöyle sorayım; Bu kadar dut ağacı sadece yaprağı için mi ekiliyordu? Tabii ki hayır. Ayrıca dut ağacının meyvesi de Diyarbakır için çok kıymetliydi. Ve hâla çok kıymetli! 

Mayıs ayı gelince, Suriçi'ndeki Gazi Caddesi'nde ahşaptan yapılan ve tavla dediğimiz tepsiler içerisinde kara dut satılırdı bir zamanlar. İşte o dutun adı “qarahübür”dür. Parmak büyüklüğünde ve tadı muhteşem bir meyvedir. 

Diyarbakır halkı, ipek üretiminde dut ağaçlarının yaprağından, yemek için de meyvesinden faydalanıyordu.
Hani dut yaprağından beslenen ipek böcekleri tırtılların adeta kusmuğundan vücuda gelen ipek ve bezlerden bir de kara çarşaf üretilirdi. O kara çarşaflara rengini veren kurutulmuş nar kabuklarıydı. Kuru nar kabukları dövülür kazanlarda sıcak suda kaynatılır içine zeytin yağı katılır sonra da o ipek bezler o kapkara suyla yoğrulurdu. 

İşte o zeytinyağının olanca parlaklığını almış kadın giysisi olarak kullanılan kara çarşafın bir diğer adı da “Hübre çarşaf”tı. Qarahübürün zil siyahi rengi “hübür”den müsemma hübre…
Hani şimdi ekonomi, tekstil organize sanayi bölgesi filan kentin literatürüne girdi ya! İyi de oldu tabii ki. Ama merakım şu; şehrin sicilinde olan ve kayıt altında tutulan bu eski kültürün ne kadar farkındayız ki sahi…