Edebiyat okumalarım döneminde ilgimi çeken kitaplardan biri Rus yazar Maksim Gorki’nin “Benim Üniversitelerim” adlı romanıydı. Üniversite hayali kurduğumuz yıllarda heyecanla okuduğum bu kitapta, bize daha önce anlatılan bir üniversite ile karşılaşmamıştım. Kitabı ikinci defa tekrar okumuştum. Adı “Benim Üniversitelerim” olan romanda üniversite nasıl olmazdı?
Kitabın sonunda Gorki’nin üniversitelerinin ekmek fırınları, yol inşaatları, marangozhaneler olduğunu fark edince üniversite heyecanının yerini edebiyat heyecanı aldı.
Yine de Gorki’yi bir süre dinlemeye alıp bir üniversiteye öğrencisi olmak için çabalıyorduk. 12 Eylül sonrası zor şartlarda, hocaların tutuklu ya da işten atılsa da yeni hocaların da henüz gelmemiş olsa da bu yüzden derslerimizin boş geçse de dershanesiz bir ilçede okusak da üniversite öğrencisi olmaya hak kazanmıştık.
Dicle Nehri’ne bakan bir yamaç üzerine kurulu üniversite ilk başta bizi oldukça büyülemişti. Büyük amfilerde ders iç içe ders dinlemeler, büyük koridorlarda kalorifer petekleri üzerinde sohbetler, kantin buluşmaları, yurt arkadaşlığı derken, Gorki’nin fırın işçileri kadar olmasa da kendimizi sosyal bir ortamda buluverdik.
12 Eylül'ün baskısı devam ediyordu. Ama inanç ve direnişte devam ediyordu. Ve her şeyden önemlisi örgütlenme çabası da vardı.
İlk yemek boykotu, rektörlük önünde ilk oturma eylemi derken, öğrenci derneği için komisyonlarını da kurmuştuk.
Bir yandan futbol turnuvaları bir yandan satranç turnuvaları derken tiyatro ile birlikte sanatla buluşmamız da gecikmedi.
Elbette Eylül sonrasının eğitim zorlukları da vardı. Ama o dönem Tıp Fakültesi’nde, daha önce Tabip Odası başkanlığı yapmış Dr. Halil Değertekin, Dr. Salih Yıldırım ile Dr. Ekrem Müftüoğlu, Dr. Bünyamin Işık, Dr. Fikri Canoruç, Dr Kemal Balcı gibi birçok değerli bilim insanı da vardı. Eleştirilecek yönleri olsa da onlar hem hekimlik yapıyor, hem de eğitim veriyordu. Şimdiki gibi özel hastanelerin olmadığı dönemde Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi bir bölge hastanesi gibi halka hizmet ediyordu. Hocalar zamanın çoğunu kliniklerde geçiriyordu.
YÖK (Yüksek Öğrenim Kurulu) kurulmuştu. Ama üniversitenin özerk havası fiili olarak kendisini hissettiriyordu. Bunda kıpırdayan akademik mücadelenin çok büyük etkisi vardı. Hocalar derse giriyor, kliniklerde asistan eğitimi yanı sıra üçer, dörder öğrenciye hasta başı eğitimi de veriyordu.
Çünkü hocaların öğrencilere ve asistanlara ayıracak zamanı vardı
Elbette bu durum uzun sürmedi. Doksanlı yıllara yaklaşırken önce YÖK, Olağanüstü Hal Rejimi desteğiyle üniversitenin üstüne tamamen çöküverdi. 12 Eylül’ün üniversitelere dayattığı Türk- İslam ideolojisi için kadrolar yerleştirilmeye başlandı.
YÖK’e karşı öğrencilerin o dönemki direnişiyle baş edilemeyince kampüse polis yerleştirildi. Tutuklamalar başladı. Yetmedi, Hizbi-kontra tetikçileri davet edildi. ‘Faili meçhul’ cinayetler işlendi. Akademik mücadeleye büyük bir darbe vuruldu.
Üniversite kadroları o dönemki adıyla ‘cemaat’ örgütlenmesiyle baştan aşağı değiştirildi. Kariyerde bilimin kriterleri değil, cemaatin kriterleri dikkate alındı. Bilim karşıtlığı bir süreç başlatıldı. Araştırma ve incelemenin yerini, kopyacılık, intihalcilik, torpilcilik aldı.
Böylece Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi bilim kimliğinden hızlıca uzaklaştı. Elbette direnen az sayıda bilim insanı da vardı. Onlar da kendi kliniklerde yalnızlaştırıldı.
2003 yılı SDP (Sağlıkta Dönüşüm Programı) ile de Dicle Üniversitesi örtük Özel Hastaneler Merkezi haline geldi.
Şimdi arkasında kamu desteğiyle özel hastaneleri de geride bırakmış. Ve haksız bir rekabet avantajı ile çalışıyor. Ameliyathaneler vardiya fabrikaları gibi çalışıyor. Cerrahlar sürekli ameliyat yapıyor. Hastalar önce hocaların muayenesinden geçiyor. Yüksek bir muayene ücreti ödeniyor. Sonra tetkikleri hocaların asistanları takip ediyor.
Bir de MDÖ (Mesai Dışı Ödeme) meselesi var. MDÖ yasal olmayan muayene ücretine yasal kılıf olarak kurgulanmış. (Bu da başlı başına yazılacak bir meseledir.) Üniversite buradan kendi payını alıyor. Mesele de kalmıyor.
Asistanlar eğitimi bırakmış hocaların özel hastalarını takip ediyor. Öğrenciler internette ders takip ediyor. Dil kurslarına gidiyor ve yurt dışına gitmenin hayalini kuruyor.
Üçünü, yani hocayı, asistanı ve öğrenciyi bir arada görsen “hangi dağda kurt öldü” der, belki de aralarına girer dilek dilersin.
Öğrencilere eğitim verecek hoca bulunamıyor. Hasta vizitleri, 70-80 kişilik öğrenci gruplarla yapılıyor. Hocanın yüzünü görmeden stajı bitirenler var.
Bilimsel üretkenlik ve akademik ürünleri değerlendiren URAP (University Ranking by Academic Performans) adlı kuruluşa göre Dicle Üniversitesi, ülke sıralamasında 92. Sırada yer alıyor. Bu sonuç sırasıyla 12 Eylül Cuntası, OHAL, FETÖ, cemaat ve tarikatların eseridir.
Dicle Üniversitesi’nde rektörlük süresi 10 Ağustos’ta doluyor. Şimdiki rektör dahi 50 kişi daha başvurmuş. Bu kadar çok kişinin başvurması sosyal ve daha çok sağlık rantına hakim olmak içindir. Hiçbirinin bilimi geliştirecek akademik özgürlüğü sağlayacak bir planı ve düşüncesi yok. (Eğer unutmuşlarsa hala açıklayacak zamanları var.)
Ama buna itiraz eden hekimler ve onun örgütü Tabip Odası da var. Dicle hastanelerindeki sağlık sömürüsüyle ilgili ilk adımı attık. Buna karşı mücadeleyi daha da yükselteceğiz. Elbette kamuoyu gereken desteği verecektir. Üniversiteyi bizim yapmaya inançlı ve kararlıyız.
Geçmiş dönemlerde YÖK'ü ve üniversitede tıp eğitimini şiddetle eleştiren TTB ve Tabip Odalarını “siyaset yapıyor” eleştirisi yapanlar, şimdi tıp eğitiminin geldiği yer noktasında, yine TTB’yi suçluyor. Onlara da gelin hep birlikte hem tıp fakültelerinin eğitiminin bilimsel bir zemine oturması için çalışalım. Hem de üniversite hastanelerinde sağlık ticaretine son verelim diyoruz.