Sigara dumanı altındaki kafeden kaçma nedeni, duman altı sıkışıklığı falan değildi. Onu duman altından kurtaran, masada ki okey arkadaşının küçümseyen gözlerin altında “Belim ağrıyor, ama doktora gitmeyecem, belden anlayan iyi bir hoca varmış.

Eli çok iyiymiş. Kimin beline müdahale etmişse iyileşmiş” demesiydi.

Ayrılırken “Senin en doğal hakkın, nerede iyileşeceksen, oraya git!” demişti. 

Çünkü herkesin tedavi olma hakkı vardı. Ve elbette bu hakkını adına geleneksel tıp ya da alternatif tıp denilen, bilimsel olmayan yöntemlerle arama özgürlüğü  olarak kullanabilirdi.  

Ancak bu özgürlüğü onun mesleki birikimine, emeğine, saygınlığına bir saldırı olarak algılıyordu. Üstelik o yöntemlerin muhtemel olumsuz geri dönüşü yükünü biraz daha artıracağını biliyordu. Ve sağlıksızlık halini derinleştireceğinden emindi. 

Yine bu tür konuşmalar canının daha da sıkılması için yapılıyordu. Adam gözlerinin içine baka baka sırıtarak söylemesinin bir anlamı vardı. Bu tür söylemler mesleğine yenilme duygusunu uyandırıyordu. 

Neden ve kime yeniliyordu? Kıraathanedeki o oyun arkadaşına mı, yoksa hoca diye geleneksel tedavi yöntemleri uygulayan hocaya mı, hiçbirinden emin değildi. 

Mesleğe yeni başlarken köylüler ona ‘Hoca’ diye hitap etmelerine sitem eder ve onlara, “Ben hoca değil, doktorum” derdi. 

Sonra “ne doktorusun?’ diye sorduklarında “Pratisyen hekimim” deyince acayip bakışlara maruz kalırdı.

Topluma bir akademik kariyer olan kısaca ‘Dr’ denilen ‘Doktor’u halka kabul ettiren devlet ‘Pratisyen Hekimlik’ için bir şey yapamıyordu. 

Tıp fakültesinden mezun olmak bile ‘Doktor olarak tanımlanmaya’ yetmiyordu. Mutlaka bir branş gerekiyordu. Mutlaka uzmanlık diploması alması gerekiyordu. 

Gerçi o günler geride kalmıştı. Mesleki kimliğin saldırı altında olduğu bir zamanda ‘Ne doktorusun?’ diye bile sorulmuyordu. Yıllarca süren kimlik bunalımını bile özlüyordu. Artık ‘Aile Hekimliği’ vardı.  

Bu kimlik nostaljisi ortasında “Merhaba Hocam!” diye bir sesle kendine geldi. 

“Merhaba!” dedi ona hoca diyen adama.

“Yine grevde misiniz”

“Hayır, bugün izinliyim.”

“Ne olacak grevin sonunda !” 

Ne diyebilirdi 

“Eğer yönetmelik geri çekilmezse, şartlar düzelemezse ...”

“İstifa mı edeceksin”

“Hayır “ 

“Biliyorum. Sen de düzene uyacaksın. Mesaiden sonra millete bolca hacamat yapıp para kazanırsın!”

Böyle bir şey hiç aklına gelmemişti. Yurdum insanı her şeyin farkındaydı. Karşı çıktıkları yönetmeliği kendilerinden bile iyi biliyorlardı.  

Birkaç gün sonra kıraathaneye yine rutin ziyaretlerinden birini yaptı. O anda içeriye iki büklüm bir halde, geçenlerde masajcıya giden oyun arkadaşı girdi. 

“Galiba hocanın eli sana derman olmamış” dedi.

“Birkaç gün çok iyi idim. Sonra ağrılarım yine başladı. Yanına gittim. Bana beyin cerrahına başvur dedi. Madem cerraha gideceğim beni ne diye oyalıyorlar!”

“Hoca ne demişse doğrudur!”

“Sen bana bir ağrı kesici yaz. Sonra duruma bakarım.”

“Düşünmem lazım. Yakında mesaiden sonra geleneksel tıbba başlıyorum. Yanıma gel sana öğrendiğim masajı yaparım!”

“Masör müsün sen kardeşim. Doktorsun sen. Doktorluk yap! Herkes kendi işine baksın.” 

Yıllar sonra beklediği bir cevaptı. Demek ki halkım beni hala doktor olarak görmek istiyordu. Adam başkasının ona yaptığı uygulamaları kabulleniyor ama kendisinin yapmasını yakıştıramıyordu.

“Şaka yaptım. Sana ilaç yazacağım. Sonra seni beyin cerrahına sevk ederim.”

Bu defa dumanlarından kaçmadı. Üstüne bir sigarada içti. Okey masasında taşlara vururken, mesleğine dönüş heyecanı yaşıyordu. 

Belki sadece istediği teselliyi buluyordu. 

Belki de olması gerekeni hatırlıyordu.