Anadolu bozkırının bir yol kasabasının eski bir sağlık ocağında, bir eli tespih, diğer eli cebinde bir adam karnını dikleştirmiş karşısında ilacını yazmayan doktora bakıyordu.

Gözlüklerini takan doktor koltuğuna gerinerek uzak durmaya çalıştığı, nerede yaşadığı belli olmayan başka bir vatandaşın kimliğiyle ilaç yazmayı dayatan adama, neden ilacı yazmadığını anlatmaya çalışıyordu.
Ama adam onu dinlemiyordu. Çünkü bir defa raconu kesmişti.

“Ne çeşit doktorsun sen! Niye bana hizmet etmiyorsun! Bak vekilim dün ‘sana hizmet etmeyenin gırtlağına bas’ dedi. Ben gırtlağına basarsam doktorluk falan yapamazsın sen!”

Doktor eski alışkanlığı gereği ayağa kalkarak 
“Bir dene bakalım sen!” dedi.

Saldırdı saldıracak derken birkaç saniye geçti.
“Eğer denemiyorsun buradan git. Dışarıda hastalarım bekliyor” dedi.

O anda kavga çıkmasa da aslında her türlü kavgaya alışkındı. Metropolde hekimlik yaptığı dönemde hiç kimsenin mesleğine saldırısına eyvallah dememişti. Gerçekten bugün adamın tehdidi gibi gırtlağına da basmışlardı. Ve bozkırın bu yol kasabasına geliş süreci de böyle başlamıştı. 
Şimdi muhtemelen kentsel dönüşüme uğramış gecekondulardan birinden ambulansla sokaktan bir yaralı almıştı. Ayağı kırık genç adamı, onlara coğrafik olarak en yakın olan tıp fakültesi aciline götürmüşlerdi. Kural öyleydi. Hastayı en yakın kamu hastanesine nakletmek gerekiyordu. Çünkü diğer hastaneler, adresi öğrenir öğrenmez hastayı kabul etmezler ve hasta ağırda olsa ambulans sedyesinde kalmaya mahkumdu. 

Acildeki nöbetçi şefin “tomografi cihazımız bozuk, yaralıyı başka hastaneye götürün” demesi yeni bir kavganın habercisiydi.

“Siz hastayı önce bir değerlendirin. İlk müdahaleyi yapın. Zaten ayağın kırık olduğu ortada…”

“Ama kafasından da yaralanmış olabilir?”

“Daha muayene bile etmeden nasıl böyle konuşuyorsun? Hem tomografi cihazınız bozuksa başka bir hastaneye siz sevk edersiniz artık…” dedi.

Bu tartışmayı gittikçe kalabalıklaşan öfkeli yaralı yakınları da izliyordu. Kalabalığa bakan nöbetçi hekim sesini yükselterek, “Zaman kaybediyoruz? Ya hastanın başına bir şey gelirse?”

İşte bu cümle kalabalığı ona karşı kışkırtmaya yetmişti. İçlerinde alkol kokan biri öne atılarak, “O zaman bizi başka bir hastaneye götür!” dedi. 

“Götürürsem hiçbiri almaz. Buraya geldiğimizi inkar edemeyiz. Hastayı sokaktan değil artık hastaneden götürüyoruz. Hasta sevk zinciri kuralımız var. Burası yer bulsun öyle götürelim.”

“Ben hastayı sedyeden yatağa alıyorum. Komuta arıyor. Acil bir vaka varmış!” diyen ambulans sürücüsüne kalabalıktan küfürler yükseldi. Küfürlerin yerini yumruklar tekmeler alınca sürücü kaçmak zorunda kaldı.
Aslında kendisi de o çılgın kalabalıktan kaçabilirdi. Ama bu etik olmazdı. Çünkü teslim etmesi gereken bir hasta vardı. 
Ve beklenen oldu. Önce yüzüne sert bir darbe aldı. Refleksle karşılık verse de kalabalığa gücü yetmedi. Yerdeyken içlerinden biri ayakla gırtlağına basmıştı. İçinden “nefes aldıkça size teslim olmayacağım” diyordu.

Gözlerini acilde sedye üzerinde açtı. Karşısında sırf hasta almamak için onu kalabalığa kışkırtan meslektaşı vardı. Ona yaptığı tek iyilik adli rapor yazmak oldu. 
Ve onca darp almasına rağmen geri adım atmadı. Şikayetçi oldu. Ona saldıranlardan biri hastane polisi, nöbetçi savcı ve nöbetçi hakimin uyumlu çalışması ve doktorun raporu sayesinde tutuklandı. Tutuklanan suçu üstüne alarak arkadaşlarını kurtarıyordu.
Yine de sürecin böyle başlamasına seviniyordu. Çok defa saldırıya uğramışlar, hiçbir soruşturma dahi açılmamıştı. Hastanenin yaşlı polisi olayı görmüş ve gerekeni yapmış, onları savcıya götürmüştü. 

Sonraki günlerde davacı olmaması için o kalabalığın kendisini tehdit etmesini bekliyordu. Ancak ne gelen vardı. Ne de giden.
İlk mahkemede suçu üstüne alanın eşi genç bir kadın kucağında maviş gözlü masum bir kız çocuğuyla karşısına çıktı. Yoksul giyimliydi. Yalvaran bakışların altında,

“Abi elini ayağını öpeyim. Ne olursun davacı olma. Zaten eşimi işten uzaklaştırdılar. Ceza alırsa işe almayacaklar. Üstelik sabıkalı olacak. Biz nasıl geçiniriz!” dedi.
Bir yandan hekime şiddet bir yandan kadının yardım talebi arasında bir süre bocaladı.

Ben hekime şiddete karşı mücadele ediyorum. Geri adım atamam. Bir şey soracağım. Size kimse sahip çıkmadı mı? O gece birlikte olduğu arkadaşlar, uğruna içeri girdiği hasta…”

“Hayır hiçbiri ona sahip çıkmadı. Hatta niye devlet memuruna saldırdı diye suçladılar.”

“Bana bir tek o saldırmadı. Gırtlağıma basan başkasıydı…O zaman mahkemede diğerleriyle birlikte yaptığını söylesin. Gırtlağıma basanı da teşhis etsin.”

“Yiğidim kimsenin adını vermez!” dedi bakışları sertleşen kadın. Sanki az önce yalvaran o değildi.

“O zaman yiğitçe hapis yatsın. Sen de kendine çalışacak bir iş bul. Ben hala davacıyım.”

Sonraki günlerde nefesine nefes kattı ve haklı davasında iyi bir dayanışma çıkardı. 
Ancak bu onun acillerdeki son çalışması olacaktı. 
Çünkü, kavgayı yaratan kışkırtıcı sistem devam ediyordu.
Çünkü, aynı saldırıya uğrarsa adaletin mekanizması bu defa farklı işleyebilirdi. 
Çünkü, aynı dayanışma sağlanamayabilirdi. 
Çünkü, meslektaşları arasında bölünme derinleşiyordu. 
Ve çünkü zayıfça tarafına bakan o kadının kucağındaki çocuğun sahici bakışları vardı. 
Sonuçta bir bozkır ilçesine tayin yaptı ve orada kaldı. Ama şiddete uğrayan arkadaşlarına nefes olmaya çalıştı. 
Çünkü nefesler arttıkça gırtlağa basmak isteyenlerin ayakları yerden kendiliğinden kesiliyordu.