2009 yapımı sinema filmi. 2 Nisan 2010 tarihinde vizyona giren filmin öyküsünü Evrim Alataş ile Miraz Bezar yazdı; senaryo ve yönetmenliğini ise Miraz Bezar üstlendi. Diyarbakır'da çekilen Min Dît, çatışmalı dönemde anne ve babalarını kaybeden iki çocuğun hikâyesini anlatmaktadır. Kürtçe çekilen ve Türkçe altyazı ile verilen ilk film olma özelliğini taşıyan Min Dît'in prodüksiyonu Bezar Film & Corazón International tarafından yapıldı ve katıldığı birçok festivalden, birçok ödül kazandı.
Ayrıca Altın Portakal Film Festivali'nde ödül için yarışan ilk Kürtçe film oldu. Festivalde, ulusal yarışmada yer alan filmin gösterimi esnasında ve bu gösterim sonrası yapılan söyleşide senaryo üzerinde tartışmalar yaşandı. Miraz Bezar bu filmi yapabilmek için annesinin evini bile sattı. Para bitince imdada ünlü yönetmen Fatih Akın yetişti. Bezar, parasızlıktan dolayı filmin senaryosunu yazdı, yapımcılığını ve yönetmenliğini yaptı. Sadece bu da değil, filmin kurgusunu da kendi elleriyle yaptı.
Bir JİTEM görevlisinin öldürülmesini ve cinayetleri ortaya çıkarmak isteyenleri konu alan Min Dit, 90'lı yılların faili meçhul cinayetlerini büyük dünyaya taşıyor.
İki işitme engelli çocuğun hayat hikayesini konuşalım. Çok duygusal bir film. 1990'lı yılların getirdiği karmaşıklığın sadece o dönemin çocuklarını ve insanlarını etkilediğini birçok açıdan anlatan bir Kürt filmi. Kürtçe olmasına rağmen Türkçe altyazısı da var. Bu filmde gerçek hayatta yaşadığımız vahşet, davaları uğruna işkence gören, hatta öldürülen insanları gözler önüne seriyor. Barış yerine savaşı seçenlerin, sevgi yerine nefreti seçenlerin büyük hatasını ve bu hatanın onlarca masum insanı nasıl etkilediğini anlatıyor.
Filmin tamamı Diyarbakır'da çekildi. Doksanlı yıllardaki iç savaş sırasında şehrin nüfusu 300 binden 1,5 milyona çıktı. Bu şehir zengin kültürüyle tanınıyor ama aynı zamanda paramiliterlerin, Kürt aktivistlerin binlerce kaçırılması ve öldürülmesi vakasıyla sonuçlanan isyan bastırma hamlesinin de odak noktası oldu.
Yönetmen, filme ve yaşadıkları sürece dair şunları anlatıyor: “2005 sonbaharında Diyarbakır'a taşındım ve insanların inanılmaz derecede şiddetli geçmişlerini dışlamayı ve travmatik deneyimlerin onda bıraktığı yara izlerini kapatmayı başardıkları bir şehir keşfettim. Diyarbakır, çözülemeyen yaralarla dolu bir şehir. Çocukluklarında sıklıkla aşırı şiddete maruz kalmalarına rağmen sıradan hayatlarını sürdürmeye devam eden insanlarla dolu bir şehir.
Olay örgüsü gerçekliğin bir takım kısımlarına dayanmaktadır. Gazetecilerin veya siyasi aktivistlerin ölüm mangaları tarafından vurulduğu, çocuklarının yetim kaldığı ve bazı durumlarda kendilerini sokaklara bıraktığı çok sayıda iyi belgelenmiş vaka var. Ama gözlerinizin önünde size, Diyarbakır'da görebileceklerinizin yalnızca küçük bir kısmını gösteriyor. Orada gerçek hayat çok daha zor ve çocuklar daha kaba ve acımasız. Savaş insanları geleceklerinden mahrum etti. Gelişme ve ilerleme şansı çok az olan kaotik bir bataklığın içinde sıkışıp kalmışlar. Fuhuş ve uyuşturucu bağımlılığı çocuklar arasında bile oldukça yaygın. Birçok ebeveyn psikolojik olarak zarar görüyor. gözlerinizin önünde filmindeki yetişkinler politik aktivizmleriyle tüketilmiş gibi görünseler de, hâlâ sevgi dolu, sorumlu ebeveynlerdir.
Aktivizmden kaçınmak onları daha fazla sorumlu kılmazdı ve çocuklarının yetim kalmasından kesinlikle sorumlu değiller. Dünyamızın en zor durumlarının çoğunda olduğu gibi çocuklar da masum kurbanlar haline geliyor.
Min Dît’teki çocukların hiçbiri profesyonel oyuncu değil. Şenay Orak (Gülistan) çok iddialıydı: Ben onunla tanıştıktan sonra Şenay, diğer 20 kızla olan oyuncu seçimini yarıda kesti ve onlara rolün kendisine ait olduğunu, başka kimseye ait olmadığını bildirdi. Kararlılığı beni etkiledi, sonra da yeteneği. Gülistan'ın kardeşi Fırat'ı canlandıran Muhammed Al, oyunculuğa olan şaşmaz bağlılığıyla beni etkiledi. Rolünü sanki oyun oynuyormuş gibi oynadı, baştan sona performansına tamamen odaklanmıştı. Çekimler çok iyi geçti ancak beş haftalık çekimler çocuklar için fiziksel ve zihinsel olarak son derece zorlayıcıydı. Hala onlarla ve aileleriyle düzenli temasım var. Artık Berlin'e döndüğümde bile hayatımın bir parçası haline geldiler. Ancak yeni zorluklara katlanmak zorunda kaldıklarında benden destek istemeyecek kadar gururlu olduklarını da anladım.
Filmde Gülistan, anne ve babasını öldüren adamın peşine düşüyor. Bir çocuktan böylesine travmatik bir anı yeniden canlandırmasını istemek çok zorlu bir görevdi ama Orak, karakteri kavrama konusunda inanılmazdı ve çok çeşitli duygulara hakim olabiliyordu. Gülistan karakteri kendisini travmadan kurtarma dürtüsüyle hareket ediyor ama aynı zamanda eylemlerinin sonuçlarının da bilincinde. Anne ve babasının katilini gören Fırat donup altını ıslatır. Fırat'ın tepkisi aslında yetişkin Kürtlerin geçmişteki saldırganlara karşı tepkilerine çok benziyor. Felç olurlar, ya çaresiz bir teslimiyet ya da bir şiddet eylemi karşısında şok olurlar. Gülistan, geçmiş travmalarla başa çıkmanın üçüncü bir yolunu sunuyor: Katilin kamuoyuna ifşa edilmesi.
2006 yılında Diyarbakır'dayken, evde kalma grevini, işyerlerinin ve mağazaların kapatılmasını da içeren bir sivil itaatsizlik kampanyasına tanık oldum. Yetişkinler evde kalırken, sokak çocukları devreye girdi. Barikatlar kurdular, arabaları durdurdular ve yolcuları kampanya hakkında bilgilendirdiler. Yetişkin davranışının ötesine geçen spontane bir topluluk örgütlenmesi fikri sergilediler. Sivil itaatsizliğin şiddeti sona erdirmenin iyi bir yolu olduğunu düşündüğüm için bunu ilham verici buldum.
Kurt çanı hikayesi, Gülistan'a geçmişteki travmalarına karşı farklı davranma konusunda ilham verir. Bu halk hikâyesini Anadolu'nun büyük romancısı Yaşar Kemal'in eserlerinde rastlayan yazar arkadaşım Evrim Alataş dikkatimi çekti. Kurt, zili sayesinde artık kimseye zarar veremez. Filmin sonunda çocukların katilden intikamı adeta masal gibidir. Görselleştirilmiş arzulu düşüncedir. Gülistan'ın şiddetin şiddete cevap olamayacağını anlaması için sancılı bir süreçten geçmesi gerekiyor.
Nuri Kaya karakteri sadece katil ve işkenceci değil, aynı zamanda sevgi dolu bir aile babasıdır. Belli ki eylemlerini haklı çıkarmanın bir yolunu bulmuş ve zihniyetini çerçeveleyen çarpık demokrasi anlayışı, yaptığı şeyi yapmaya devam etmesine izin veriyor. Sistem, katilleri yaptıklarının doğru olduğuna inanmaya teşvik ediyor. Benim ilgimi çeken, bu küçük şehir olan Diyarbakır'da faillerin ve mağdurların yan yana yaşaması…”