“Çocukluğumuzda hayat daha güzeldi” diyen 50 yaş ve altı insanlar haklılar. Mesela çocukluk yıllarımda kartların değil insanların kredileri vardı. Mahalle esnafımıza borç yazdırabiliyorduk. Mahallemizin tüpçüsüne borcumuz vardı. Okula her gittiğimde elimdeki defter ve kitaplarla yüzümü kapatırdım.

Sanki ben alacaklıyı görmesem o da beni görmeyecekti diye düşünürdüm. Oysa kendimi kandırıyordum ama çocukluk işte.

Coğrafya olarak kafamızı kuma sokmaya bayılıyoruz. Çözmek istemediğimiz daha doğrusuçözülmesini istemediğimiz sorunlarımızla göz göze gelmemek için olmadık oyunlar yapar, taklalar atarız.

 Ne zaman ki o sorun gelip kapımızı çalar, o zaman başlarız acıklı bir dengbêj stranına yahut dilden dile dolaşan bir şiire ve pişmanlıklarımızın son meyvelerini toplarız.

Hepimizin malumu bugün 6 Şubat depreminin yıldönümü.

Kahramanmaraş merkezli depremden kentimiz Diyarbekir de etkilendi. Yıkımlar ve ölümler oldu.

Bir kısım yetkili “yaraları sarıyoruz, açıkta kimse kalmayacak” gibi canlarını kaybetmişlerin nezdinde bir kıymeti olmayan laflar ettiler.

Bir kısım yetkili de, olaya daha gerçekçi yaklaşıp tabiri caiz ise “imdat” dediler.

Bundan sonraki zamanlarda yaşaması muhtemele felaketler için imdat.

Depremin yıldönümünde, birçok yerde koca koca adamlar hamasi ve fakat afaki laflarla anmalar yapacak, saygı duruşları olacak, yakınlarını kaybedenlerin sırtını sıvazlayacak ve herkes dağılacak, “bir sonraki felakette buluşmak üzere” diyerek.

Sonra?

Sonrası sorun işte.

Herkes ama özellikle elinde yetki ve etki olanlar başlarını koyacakları en kullanışlı kumluk bir alan arayacak, bulacak ve oraya saklanacak.

Sonra, “Kaderde bu varmış, yapacak bir şey yok” cümlelerini duyacağız. Ama dikkatinizi çekmek isterim ki, bu ve benzeri cümleleri kullananlar genellikle canı yanmamış ve malı yok olmamış insanlar oluyorlar.

Oysa rahmetli Prof. Dr. Ahmet Mete Işıkara’dan bu yanadır duyduğumuz ve bildiğimiz, “Deprem öldürmez, ihmal öldürür” cümlesidir.

Şahidim, Işıkara memleketi baştan sona dolaşır, deprem konusunu konuşur ve insanlara anlatırdı.

Depremi, korunmayı, yıkıcılığını, deprem öncesi ve sonrası neler yapılacağını. Anlatır dururdu.

Şimdilerde ise başta Prof. Dr. Naci Görür başta olmak üzere birçok kıymetli bilim insanı, deprem konusunda dur durak bilmeden açıklamalar ve bilgilendirmeler yapıyorlar.

Geçen hafta Naci hoca Diyarbekir’deydi. Çok önemli bilgiler verdi. Diyarbekir’in, komşularından kaynaklı olarak deprem riski taşıdığının altını çizdi. Bu neden dolayı eski ve hasarlı yapıların güçlendirilmesi yeni yapıların ise depreme muhakkak surette dayanıklı olması için yetkililerin de yurttaşların da çok dikkatli olması gerektiğinin altını çizdi. 

Hocanın altını çizdiği önemli başka bir konuda tek cümlelik ve ibretlik; 6 Şubat depreminde 50 – 60 bine yakın insanımızı kaybettik ama Tayvan’da aynı büyüklükteki depremde 3 kişi yaşamını yitirdi.

Bu cümle için bile söylenecek ansiklopediler kadar söz var da insan hangi cümleden başlayacağını kestiremiyor. 

Yazıklar olsun desem, kim üstüne alır acaba?

Diyarbekir’i başından sonuna en fazla 2 saatte geçersiniz. Bir iki gün içinde şehri, ayak değmemiş yeri kalmayacak kadar dolaşabilirisiniz. Yani kentimizde neler oldu, neler yaşandı diye merak edersek 2 gün içinde tanık olabiliriz.

Gelin tanıklıklarımızı yazalım.

Resmi olarak bir yapı ‘çok ve orta hasarlıysa (orta hasarlı güçlendirme yapılmadan) oturulmaz’.

Buranın kullanılır bir halde olmaması için Devlet, temel hizmetleri olan ‘elektrik, su ve doğal gazını’ keser. Amaç, o yapıda birilerinin yaşamasını engellemek.

Bu engellemeyle, olası bir can ve mal kaybının önünü almış olur.

Ama Diyarbekir’de öyle mi?

Değil.

Hepimiz çıkıp bir tur atsak şehirde, kapı ve pencereleri sökülmüş, yan yatmış, kolon kırıkları ve yırtıkları net görülebilecek, neredeyse şiddetli bir rüzgarda bile tuz buz olacak bir sürü yapı görebiliriz. Ama bu yapıların altında bulunan iş yerlerinde hunharca bir hayatın devam ettiğine de tanık olabiliriz.

Bu iş yeri bazen, bir kahvehane oluyor bazen de bir lokanta, ya da başka bir ticari alan.

Ama bazen de bu yapılar, bir okulun hemen bitişiğinde olabiliyor. Okula giriş ve çıkışlardaki o kalabalık öğrenci durumunu bir hayal etsenize. Maazallah, insan düşünmek bile istemiyor.

Tabi, böyle yapılarda hala işletmecilik yapmak nasıl bir ruh haliyse anlamak zor.

O işletmelerden yararlanmak ise başka bir ruh hali gerektiriyor sanırım.

Orta hasarlı raporu almış birçok yapı bir gece vakti hasarsız raporluya dönebiliyor diye binlerce örnek duymuşluğumuz vardır. Şehir efsanesi de diyebiliriz ama ateş olmayan yerden duman nasıl çıkar ki.

Hasarlı yapıların sahipleri, ya devletin verdiği yardımlar yeterli bulmadığı için, (ki mutlaka yeterli gelmez olduğuna ben de kaniyim) ya da inadına başka yere gitmek istemedikleri için bu yapılarına bir şekilde hasarlı değildir raporları alıp orada yaşamaya devam ederler. Bunu şehrin neredeyse tamamı biliyor ama ben ispat edemem.

Burada amacım kimseleri töhmet altında bırakmak değil ama böyle duyumlar almayanlar yok gibi. 

Yıkılmış yahut hasarlı yapıların birçoğunda kaçak kat olması, sırf bulundukları alanların daha geniş olmasını sağlamak için kolonların kesilmesi, daha fazla kazanç sağlamak için malzemeyi gerektiği kadar ve şekilde kullanmama.

Bu örnekler çoğaldıkça çoğalır.

Ama yazık değil mi Allah’ınızı severseniz?

Yani bir can, kaç kilo demir ve çimento eder söyleyebilir misiniz?

Bir can, kaç metre kare genişletilmiş arsamız eder ki?

Cevapsız sorular canımızı acıtmaya devam edecek mi? Yoksa birileri buna dur diyecek mi?

Bu vesile ile 6 Şubat depreminde yaşamını yitirmiş insanlarımıza Rahmet dilerim.

Umarım coğrafyamız ve insanlık bir daha böyle felaketler yaşamaz.

Bilge’nin Sözü; 

Tedbir ile takdir arasındaki köprüde sağlam ve akıllıca durmayanlar, zarar görürler.”