Japonya’da ilkokul okuma fişleri “yaşamak için üreteceksin” ile başlar. Almanya’da ise, “üretim ve yaşam disiplinle başlar.”

İnsanın içini ısıtan aynı zamanda geleceğin iyi ve hatta mükemmel şekillenmesi için çok önemli iki cümle.
Büyük bir olasılıkla başka medeni ülkelerde de durum buna benzerdir.
Peki ülkemizde bu durum nasıldır?
İlkokullarda öğretilen ilk okuma fişlerinin başında “Ali ata bak, uyu yat uyu.”
Aslında yazıyı bu halde bırakmalıydım.
Gülmeyin, ciddiyim!

Aradaki farkı görmemek için fiilen ve fiziken kör olmak gerek.
Adamlar her işin başını “yaşamak” olarak kabul ediyorlar.
Haklılar, yaşamın olmadığı ya da var olan yaşamın bir zehir seremonisi içinde debelendiği bir döngüde kim kalmak ister ki?
Yaşamın, gereksiz ve saçma sapan şeyler için heba edilmesi kime yarar ki?

Hiç kimseye. Ya da sadece kaoslardan beslenenlere …
Bunun yanında, yaşadığımız hayatın daha iyi olması için de “üretmek ve disiplinin” de olmazsa olmaz olduğunu içselleştirmişler.
Bu içselleştirmeye, daha hayata doğru dürüst merhaba bile diyemeyecek yaştan başlıyorlar.

Hem aferin, hem de kocaman bir alkış. 
Medeni ülkelerde okuma fişleri böyle başlamakla birlikte, öğrenciler bizim ortaokulumuza denk gelen zamanlarda, gelecekte ne iş ile uğraşıp hangi mesleği yapacaklarına karar veriyorlar.

Öğrenciler bu konuda rehber öğretmenlerden ve kişisel becerilerinden dolayı bu kararı verdikten sonra, devlet de buna yönelik çaba ve motivasyon içinde oluyor.
Bu da beraberinde, öğrencilerin hayatlarını şekillendirme döneminde, gereksiz işlerle uğraşmayıp kendilerini tamamen amaçlarına kilitlemeyi getiriyor.
Ama doğrusu da o bence. 

Burada bazı derslerin adını vererek halkımızın kızgınlığının ve kanunların hedefi olmak istemiyorum. Neme lazım.
Bir şeyleri “zorunluluk” etiketiyle toplumlara vermek, o toplumun hayatla bağının zorluklar içinde geçmesinin yolunu açıyor bence. 
Geçen gün İsveç’te ikamet eden kardeşim Amed’i aradım. Yeğenim Romîr Xan’ı okuldan almaya gitmişti. Görüntülü görüşmemizde okulu ve Romîr Xan’ı görmek istediğimi söyledim. Bir de ne göreyim, yeğenim üzerindeki elbiselerle ve arkadaşlarıyla çamurun içine girip girip çıkıyordu. Üstü başı çamur içinde, şarkılar eşliğinde eğleniyorlardı. (İsveç’te ‘ î ve x ‘ harflerinin yasaklı olmaması aslında çok şeyi gözler önüne seriyor da o ayrı bir konu)
Bunun niçin böyle olduğunu sorduğum kardeşim, çocukların özgüven, kendi kendilerine yetme ve zorlu doğa koşullarına alışma adına yapılan bir etkinlik olduğunu söyledi.

Tabi müfredatta başka şeyler de var ama biz sadece bununla hayretler içinde kalalım.
Başka hayretler ruh sağlığımızı olumsuz yönde etkileyebilir zira.
Ülkemizdeki mevcut müfredat, çocukların düşün dünyasına zaten uymuyor.
Birkaç yılda bir değişen müfredat ise, o düşün dünyasının sürekli depremler yaşamasına neden oluyor.

Düşünsenize, çocuklar da eğitmenler de değişmiş bir müfredata tam ayak uyduracaklarken, hoopp yeni bir müfredat değişikliğiyle meşguliyet başlıyor. 
Bu durumda, eğitmenlerden ne verim bekleyeceksiniz, öğrencilerden nasıl bir motivasyon?
Tabi ders kitaplarındaki birçok gereksiz ve çoğu defa yanlış-yanlı bilgileri saymıyorum bile.
Okula doğru dürüst beslenme götüremeyen çocuklar, sırtlarında taşıdıkları çantanın gereksiz ağırlığı, sınıfların gereğinden fazla kalabalıklığı, okulların fiziki koşullarının uygunsuzluğu ve müfredattaki alakasız dersleri alarak büyüyecek de sonra bir meslek sahibi olacak.

Hakikaten çok yazık.
Her ortamda, ‘geleceğimiz’ denilen çocukların-gençlerin hayata istedikleri pencereden bakıp istedikleri kapıdan girmelerini sağlamıyoruz.
O kapı ve pencereleri ya sonuna kadar kapatıyoruz ya da önüne binlerce engel çıkartıyoruz.
Sonra da “gelişiyoruz, çağ atlıyoruz” gibi gibi laflarla günü geçiştiriyoruz.
Çocukların “ata bakmasının” hiç kimseye faydası yok.

Yaşamak, üretmek ve disiplin geleceğimizin güzel ve en renkli haliyle şekillenmesini sağlayabilir ancak.
Bende ve bunu böyle içselleştirenlerden söylemesi …
Bilgenin Sözü; “Eğitilmemiş deha, işlenmemiş gümüşe benzer.”