1970’ li yıllarda dünya, Neo - Liberalizm denen bir sistemle tanışıyordu.
Bu sistemle sermaye sınıfı karını daha fazla artırmak, için tüm sınırları ve sınırlamaları kaldırıyordu. Özelde sermayedarlara, ama genelde tüm bireylere gayri nizami (kural dışı) para kazanmanın önünü açıyordu.
Kapitalist dünya da artık merkezci (devletçi) kapitalizm politikaları terk ediliyordu. Böylece devlete ait KİT (Kamu İktisadi Kuruluşları) özelleştirilme ile tasfiye edilmek isteniyordu. Sağlık, eğitim, ulaşım ve diğer kamu hizmetlerinin tamamen özelleştirilerek, serbest piyasaya açılması hedefleniyordu. Devlet aldığı vergilerle bu hizmeti vermek yerine, özel sektöre ucuz kredi imkanı sağlamayı amaçlıyordu.
O dönemde Sovyetler Birliği’nin başını çektiği dünya sosyalist sisteminin gerileme sürecine girmesi neo - liberalizmin önünü daha fazla açıyordu. Kapitalist dünya da, daha önce sosyalizmle rekabetin etkisiyle devlet eliyle verilen kamu hizmetleri, reel sosyalizmin çöküş süreciyle serbest piyasaya açılıyordu.
Bir yandan da, buna paralel olarak , o yıllarda örgütlü sınıf dinamikleri devletin ağır baskısıyla karşılaşıyordu. Sistem içinde örgütlenen işçi sınıfı Neo - Liberalizm politikaları için bir risk oluşturuyordu. Egemenlere göre örgütlü mücadele mutlaka dağıtılmalı ya da zayıflatılmalıydı. Bunun için gerekirse askeri darbelerle sınıf örgütlenmeleri ağır baskı altına alınmalıydı.
Neo - Liberalizm; büyük kentlerde ücretli çalışanlar, küçük ve orta sınıflar, emekliler, yoksullar, işsizler , kırsal kesimde tarım işçileri ve köylüler için yoksulluk ve yokluk demekti.
Türkiye 24 ocak 1980 tarihinde ilk kapsamlı neo - liberal politikalarla karşılaştı. Halk bir anda gelen yoksullukla tanıştı. Bu ani yoksullaşmaya ‘ekonomik kriz’ denildi.
O dönem örgütlü olan sendikalar toplumsal muhalefeti yanına alarak bu politikalara karşı çıktı. Ardından 12 Eylül askeri darbesi geldi. Bütün örgütlenmeler zor kullanılarak dağıtıldı. Böylece Neo - Liberalizmin önü açılmış oldu.
Kamuda çalışan memurlar bir anda gelirinin yüzde ellisini kaybetti. Refah seviyesinde büyük gerileme oldu. Özlük ve mesleki hakler da büyük kayıplar yaşandı. Memurlar büyük bir sefaletle karşılaştı.
Tek çare yine örgütlenerek bu sefalete karşı mücadele etmekti. Ancak 12 Eylül iktidarı buna karşı örgütlü mücadeleyi zorlaştırıyordu. Yasaklar tüm ağırlığıyla devam ediyordu. En küçük bir hak arama imkanı dahi bırakılmamıştı.
Memurlara hak arama yerine gayri nizami para kazanma yolları teşvik ediliyordu. Dönemin başbakanı sefalet içinde ki memurlar için “benim memurum işini bilir” diyerek, gayri nizami yollardan para kazanmayı adeta teşvik ediyordu.
Ancak memurlar ‘işini bilmeyi’ bırakarak alın teriyle mücadele etmeyi tercih ettiler. Gayri nizami, etik dışı, kara yolları tercih etmediler.
‘Hak Verilmez alınır’ diyerek ‘Fiili Meşru Sendikal Mücadeleyi’ yükselttiler. Yasaları beklemeden sendikalarını kurdular. Kapatılan sendikaların mührünü kırdılar. Alanlara çıktılar. Üretimden gelen gücünü kullandılar. Toplu iş bıraktılar. Hak için yollara düştüler. 2 Temmuz 1991 Ankara yürüyüşü ile ‘Fiili Toplu Sözleşme’ yaptılar.
Memurlar kendilerini Kamu Emekçileri olarak tanımladılar ve kapıkulu olmayı reddettiler.
Kamu emekçileri içinde önemli bir kitle oluşturan sağlık emekçileri Fiili Meşru Sendikal mücadelenin önemli bir dinamiği oldu.
12 Eylül cuntası ‘tam gün yasasını’ kaldırarak, özlük ve mesleki hakları daraltarak, hekimlere de diğer kamu emekçileri gibi sefalete mahkum olmayı dayatıyordu. Bir yandan da denetimsiz, kuralsız, hesapsız özel muayene, özel poliklinik, özel hastanelerle hekimlere gayri nizami para kazanma yollarını açıyordu.
Ancak hekimler, kamu emekçileri gibi bunu red etti. Mesleki kimliğine sahip çıkmayı tercih etti. 1988 de başlattığı beyaz eylemelerle ‘İyi Hekimlik Mücadelesinin’ yollarını döşemeye başladı. Sağlığın piyasalaşmasına karşı mücadele etti. Hastaları müşteri, sağlık kuruluşlarını ticarethane ve kendisini tüccar olarak görmedi
Sistemin verdiği rüşveti reddederek hakça mücadeleyi tercih etti.
Çünkü ‘Hekimlik Mesleği’ gayri nizami kazançlara sığdırılamazdı.
Elbette 12 Eylül sonrası tüm iktidarlar hekimlere kolayca para kazanma yollarını sonuna kadar açtı.
Buna karşı hekimlerden mesleği etik ilkelerini bırakmasını istedi.
Mesleğin insani ve toplumsal yönünü bırakmasını istedi.
Hipokrat yemininden vazgeçmesini istedi.
2003 yılında başlayan SDP (Sağlıkta Dönüşüm Programı) ile özelleştirme politikaları ivme kazandı. TTB ve sağlık iş kolunda örgütlü sendika SES buna karşı ciddi bir muhalefet gösterdi. Hükümet tüm avantajlarıyla SDP’yi uygulamaya çalıştı.
Bir yandan da buna karşı mücadele eden TTB ve SES’i değersizleştirmeye çalıştı. Bu meşru örgütlenmelere karşı karalama politikası uyguladı. Devlet güdümlü sendikacılığı geliştirerek SES i niceliksel olarak geriletmeye çalıştı. TTB’yi önce ele geçirmeye çalıştı. Ele geçiremeyince değersizleştirme yoluna girdi.
Ekonomik anlamda tüm yolları açarak nicel bir kitlenin mücadeleden kopmasını sağladı. Bir şekilde hekimlerin para kazanma yollarını geliştirdi.
Hekimlerin tıbbi deontolojiyi terk etmesini kolaylaştırdı.
Hekimlik mesleğinin evrensel özeliğini ortadan kaldırmaya çalıştı.
Hipokrat yeminini işlevsizleştirmeye çalıştı.
Mesleki saygınlığı dejenere etti.
Toplumda hekimlik mesleğini değersizleştirerek şiddetin artmasına neden oldu.
Sistemin niceliksel olarak büyük bir hekim kitlesini etkilediği ve amacına ulaştığı söylenebilir.
Bu satırların yazarı bu niceliksel kitleye hitap etmeye çalışıyor. Elbette mesleğini kötüye kullananlarla örgütlü mücadeleye devam ediyor. Ama meseleyi sıradanlaştırmıyor ve salt adli olaylarla sınırlamıyor.
Özetle bu köşede yazılanlar ‘Hekimlik Mesleğini’ korumak ve saygınlığını kurtarmak içindir. Kolay yoldan para kazanıp mesleki ilkeleri bir kenara atan hekimleri mesleki yaklaşımıyla uyarmak içindir.
Çünkü, ‘Hekimlik Mesleği’ kolay yollardan para kazanmayı reddetmektedir.
Çünkü, ‘Hekimlik Mesleği’ emeğin karşılığını almak için haklı mücadeleyi savunmaktadır.
Çünkü,‘Hekimlik Mesleği’ dönemlere ve özelde Neo-Liberal kapitalizme sığmayacak kadar evrensel bir meslektir.