Kentin tekdüzeliği ve sabitliği birçokları gibi onu da köye sürükleyiverdi. Gerçekten onca kalabalığa, onca renge, onca tarafgirliğe ve onca çeşitliliğe rağmen kent yaşamı aslında yeknesak gidiyordu. Neredeyse gülüşler ve öfkeler bile aynıydı.
Köye giderek bu tekdüzeliği aşabilir miydi?
Bu sabit gündelik hayatı terk edebilir miydi?
Hafta sonuna girmeden karar verdi. Uzun zaman uğramadığı kente uzak sayılan bildiği eski köyüne gidecekti. Oradaki günlük yaşantıyı, kentin yaşantısıyla karşılaştırmak istiyordu. Elbette orada kalamazdı. Kent tutsağı biri olarak yine geri dönecekti.
Sabah erkenden yola çıktı. Yaklaşık iki saat sonra birbirinden kopuk, ama birbirinin aynısı, düzensiz ve sıkı beton evlerle karşılaşınca kendine ‘galiba büyük kentten küçük kente geldim’ dedi. Meraların, orman niteliği kaybettirilmiş arazilerin tel örgülerle parsellenmesi dikkat çekiciydi. Son okuduğu bir kitapta sanayi devriminin başladığı İngiltere’de 16 yüzyılda ‘Çitileme’ denilen, arazilerin toprak sahiplerince köylülere kapatılmasına benziyordu. Köylüler bir anda tarım yaptığı, hayvan otlattığı arazilerine giremez olmuştu.
Etrafta ne başıboş köpekler, ne başıboş kediler ne de haylaz keçiler vardı. Tanıdık bir evin demir kapısını vurdu. Hatırladığı kadarıyla ev sahibinin adı Süleyman’dı. Kapıyı kentli kıyafetiyle bir çocuk açtı.
“Baban evde mi?”
Kent alışkanlığı Türkçe sormuştu. Kentliler anadilini terk ediyor, köylüler ise sahip çıkıyor önyargısıyla kendisine kızarken,
“İçeride televizyon izliyor” diye düzgün bir kent Türkçeyle yanıtladı.
Demek ki köylerin anadilleri ile anmak eksik kalıyordu. Dil kentlisiyle köylüsüyle tüm toplumun diliydi.
Ona kırlaşmış saçlarıyla yarı ciddi “hoş geldin!” diyen göbeklenmiş, kafasında hacı beresiyle Süleyman’ın belli ki dikkati televizyondaydı. Köyün kentten bir farkı da hala televizyonun daha fazla takip ediliyor oluşuydu. Ve Hecî Süleyman da pür dikkat haberleri izliyordu. Onu fark etseydi eskisi gibi anadilleri Kürtçe selamlardı.
Belki tanıyamamıştı.
Belki de misafiri artık kent diliyle karşılıyordu.
Şimdi televizyona odaklanmıştı. Ve ona şehirden gelen bir misafir gibi muamele etmişti.
Epey bir zaman geçti. Kentin çağdaş kronik hastalıklarından birine yakalandığı için sürekli susuyordu. Şimdi de su içesi vardı.
“Bir bardak su alabilir miyim?”
“Hepimiz niyetliyiz” dedi odadaki genç başı kapalı kadın.
“Hasta olduğum için susamıştım!” diye savunmaya geçiverdi.
Aslında hasta olmasa da eskiden oruç tutmayana saygı vardı ve misafire ilk sorulan “bir şey içer misiniz” idi. Yine genç kadının egemen kentli diliyle konuşmasına hayret etmişti. Belki aidiyet ve anadile sahiplenme anlamında bir beklentiyle karşılaştıklarına hayret ediyordu. Elbette insanlar anlaşmak için bir dile ihtiyacı vardı. Ve resmi dilin tercih edilmesi de normaldi.
Ama ondan daha yaşlı kadın yerinden kalktı. Salondan çıktı. Biraz sonra elinde su bardağı ile geldi.
“Keremkebirêmin! (Buyrun kardeşim)”
Suyu içtikten sonra
“Xwedê zede ke. Mala te ava be xwîşka min. (Allah daha da artırsın. Teşekkür ederim kardeşim.)”
Orta yaşlı kadın eskisi gibi hem anadiliyle misafiri karşılamış hem de toplumsal hoşgörü geleneğine uymuştu. Genç başı kapalı kadın kızarak salonu terk etti. Kentlileşme anadili geriletmesine karşın katı muhafazakarlığı artırıyor görünüyordu.
Hecî Süleyman yaşanılanlara ilgisiz televizyon seyrediyordu. Belki onu elinde çapa ya da başka bir tarım aletiyle bahçede görmek istemişti. Henüz boyanmamış beton salonda çocuklar cep telefonuna kilitlenmiş halde odada yaşanılan her şeye ilgisiz görünüyorlardı.
Uzun bir sessizlikten sonra, tam çıkacaktı ki kumandayla oynayan Süleyman
“Bu kanallar da aynı haberleri veriyor!” dedi.
“Başka kanallara da bir bak.”
Süleyman birden ona dik dik baktı.
“Yani haberleri farklı veren televizyon kanalları da var demek istedim” diye devam etti.
Süleyman oturduğu yerden gerinerek “başımı belaya sokamam!” dedi.
Birden kendisi dahil herkesin yerde oturduğunu fark etti. Köye geldiğini yeni yeni hissediyordu. Süleyman da köylü kurnazlığına dönmüştü. Çünkü diğer televizyon kanalı derken ne kastettiğini anında anlamıştı.
“Hatırlar mısın Kekê Süleyman, televizyon ilk çıktığında Dilşa nenen sırtını dönerdi. Ona göre televizyon şeytan işiydi. Televizyon insanı kandırıyordu.”
“Televizyon çıkınca kimse onu dinlemiyordu. Kimse sohbet etmiyordu. O yüzden şeytan işi diyordu. Aslında haksız da değildi. İnsan yalanlarına hemen inanıyor.”
Bu konuşma da Süleyman’ın gerginliğini biraz olsun azaltmıştı.
“Şimdi açsındır, sana yemek hazırlasınlar. ”
Hecî Süleyman da salonda sakince oturup kendisine su getiren orta yaşlı kadın gibi eski köylü hoşgörüsüyle söylemişti.
“Çok sağolun. Hiç zahmet etmeyin.”
Yine de eski Süleyman olsa ona zorla da olsa bir şeyler sunardı.
“Yeni evin de hayırlı olsun.”
“Sağ ol. Çok masraf ettik. Çocuklar çok çalışıyor.”
“Ne iş yapıyorlar?”
“Gurbette alçı işi yapıyorlar.”
“Sen hayvancılığı bıraktın mı?”
“Nasıl yapayım. Yem çok pahalı! Mazot pahalı! Masrafı bile kurtarmıyor!”
“Niye yem veriyorsunuz? Köy merasına ne olmuş? Orada otlatın. Yazın da yaylalara gidin.”
“O eskidendi. Meralara, otlaklara millet tel örgü çekmiş. Arazi kavgaları var. Kardeş kardeşle kavgalı. Meralar gitti. Zaten yağış azaldığı için otlar da eskisi gibi yeşermiyor. Tarla ekemiyorum. Benzin pahalı. Geçen sene buğday ektim. Traktör ve biçer parasını kurtaramadım. Çocuklarım olmasa perişan olurum.”
“Ama inşaatın da bir sınırı var.”
“Bu memlekette inşaat bitmez! Parası da bitmez!”
Televizyon müptelası Süleyman aslında her şeyin farkındaydı. Ve farkında olup bir şey yapmayanlardan biriydi.
“Meralara nasıl ev yapıyorlar. Yetkililer niye izin veriyor.”
“Buralar orman arazisi. Hepsi ruhsatsız ve tapusuz. Millet birbirini şikayet ediyor.”
“Ben orman hatta ağaç bile göremiyorum. Çalılıklar bile yok.”
“Köylüler kanun çıkacak, orman vasfını yitiren araziler tapu verilecek diye ağaçları kökünden çıkardılar.”
“Ne oldu. Tapu aldılar mı?”
“Hayır. Ama devlet bize karışmıyor. Biz zaten devletimize bağlıyız. Niye bize karışsın!”
“Ama devletin ormanını da halletmişsiniz!”
“Sen buraya niye gelmişsin!”
Belli ki Süleyman son cümlesine öfkelenmişti.
“Eski köyümü, eski komşularımı, dostlarımı görmeye gelmişim.”
“Ne eski köyün var, ne eski komşuların var, ne de eski dostların var.”
“Peki o zaman. Sizi rahatsız ettim” diyerek ayağa kalktı ve kapıya yöneldi.
“Çimawisahêrsdibî! Çimawisalezdikî. Rûnê em piçekxeberdin. (Niye kızıyorsun! Niye acele ediyorsun? Otur biraz sohbet edelim.)”
Süleyman’ın bir anda anadiline dönmesine anlam verememişti.
Belki söylediklerine pişmandı.
Belki de anadiline konuşmaya hasretti.
“Xatirê te. Ez diçim! ( Hoşça kal! Gidiyorum!)”
“Şikarûnê. Em tevnexweşin. Linexweşxana randevu tineye.Emêçibikin! ( Bir otur. Hepimiz hastayız. Randevu alamıyoruz. Ne yapacağız!”
“Ez jinikarimbistînim... Dîsaxatirê te! (Ben de alamıyorum. Tekrar hoşça kal!”
Ayakta bu kısa konuşmadan sonra kapıyı hızlıca çarparak dışarı çıktı. Bir köy ziyaretinin sonunda, elinde kalan memleketin bir sağlık sorunu olan ‘randevu alamamak’ meselesiydi.
Kente geri döndü ve sırada hastane randevularını ayarlamak vardı.