Türkiye siyaseti bir hızar makinesi gibidir. Keser, biçer, doğrar ve yontar. İstediği kalıba soktuğuna kanaat getirince de siyasi arenada konuşturur. “Konuşan siyasetçi” resmi ideolojinin kalıpları ve ölçüleri, hatta kendine özgü dili, lügatı dışına çıkmaya da asla yelten(e)mez! Cesaret etmez / edemez. Çünkü bilir ki aykırı, sisteme muhalif konuşan, bedelini ziyadesiyle öder.
Peki, bu hep böyle midir? Evet hep böyledir / böyle de oldu. İsimleri farklı olan ve “vatan-millet ve beka” adına kurulduğu ifade edilen partilerde siyaset yapanlar, hep bu şekilde siyaset yaptılar / yapıyorlar. Önce sisteme, sonra da lidere biat ederek elbette…
Ya muhalif olanlar! İşte asıl onlardır muhatap alınması gerekenler. Sistem, dayatılmış “müesses nizam”a hayır diyerek siyaset yapanlar muktedirlerin zulmünün katmerlisinin hep muhatabı oldular.
Bugün burada size bu muhalif kimlikli duruma iki örnek vereceğim.
Biri bilim şahsiyeti İsmail Beşikçi’dir ki kendisi Çorumlu bir Türk’tür. Öbürü Sinemacı, sanatçı Sırrı Süreyya Önder’dir ki kendisi Adıyamanlı bir Türk’tür.
Belki şöyle bir şerh konulup denebilir ki; ‘ama bu iki şahsiyet aslında siyasetçi değillerdi ki!’. Evet öncesinde doğru siyasetçi değillerdi. Ama siyasetin kalbine, ruhuna, felsefesine dokundular yazdıkları ve yaptıkları işlerle. Nitekim biri de sanatçı kimliğinin yanına sonradan siyasetçi kimliğini de ekletmiş oldu.
Kürdün derdini dillendirdikleri için başlarına gelmedik eza-cefa bela kalmadı. Siyaseten tabii ki! Sayısız kez mahpusluklar yetmezmiş gibi! Linçler, ötekileştirmeler, “hain” addedilmeler v.b. gibi.
Kürtler, vefalı halktır. Dostlarının kadrini kıymetini bilir / biliyor. Beşikçi Hoca’ya sağlıklı uzun ömürler dilerken, Sırrı’ya da tez zamanda yeniden sağlığına kavuşup ayağa kalkmasını dilemek hepimizin arzusudur…
Size buradan iki kıymet şahsiyetine dair iki libas hikayesi yazacağım. Birinin tanığıyım, diğerininkini de yakın günlerde bir yazıda okudum (keşke o yazı hiç yazılmasaydı, okumaz olaydım!).
Belki onbeş yıl olmuştur. Beşikçi Hoca bizim buralara (Diyarbekir) şehre gelmişti. Bir grup dostla oturduk. Mevsim ilkbahardı. Hoca kadife pantolonluydu. Hava artık ısınmıştı ve pantolonunun baldır ve dizden itibaren rengi hayli solmuştu, eprimişti de. Arkadaşlardan biri hocayla birlikte gelenlerden birine adeta fısıldayarak “Hocaya bir pantolon kıyafet alsak mı” dedi. Hocayla gelen arkadaş “Aman ha, sakın yapmayın. Biz dedik daha önce, üzüldü. O, ekonomik ömrünün tamamlandığı kanaatine varınca kendisi değiştirir…”
İsmail Beşikçi hoca ile ilgili bu anıyı şu nedenle yazdım. Geçtiğimiz günlerde Sırrı Süreyya Önder’in hasta hâli üzerine yazılmış bir yazı okudum. Yazının ilk bölümü hayli duygusal bir yazı olmakla birlikte, devamında yazının bir yerinde; “Sen milletvekili olmuştun da Meclis’e gitmek için ilk takım elbiseni ben almıştım sana, onu giyip geldiğinde ne çok gülmüştük. Ne çok gülmüştük…” Ah ki ne ah dedim kendime, hangi akıl fukaralığı böyle bir “icraı” alenen yazar ki! Hoş yazıda başka “çapaklar” da var ya! Meramım yazı eleştirisi değil, girmeyeyim oraya! Eminim Sırrı yarın kendine gelse, haberi olup yazıyı okusa ne çok üzülür…
Neyse biz yine iki Kürt dostuna;
“Bu meydanda serilidir postumuz
Çok şükür mevla’ya gördük dostumuz” diyerek sözü Hatayî’den bağlayalım isteyeyim;
“Bugün gam tekkegâhındafedâ bir cânımız vardır
Gönül abdal-ı aşk olmuş gelin kurbânımız vardır
Çimende bülbülü gördüm yaman efgan ile söyler
Dil-i kahhar ile herdem gül-i handânımız vardır
Gerçi ol per-i peyker bize âdem demez amma
Dem olur ki meleklerle bizim seyrânımız vardır
Hatâ benden atâ senden inâyet kıl bâricânâ
Kerem kıl cürmüme bakma biraz noksânımız vardır
Vasl-i bezm edip saki şarabın fil kuba olsun
Derûn-ı sinede pişmiş cigerbüryânımız vardır
Evveli bir, ahiri bir, zahiri batını birdir
Ki birlik babına erdik şükür imânımız vardır
Hatâyî bendesin anmış kerem û lütfü var olsun
Demiş ki ol gedâ gelsin ana ihsânımız vardır…”