Onu kentin taş avlulu mekanlarından birinde bekliyordu. Sonbahar rüzgarlarının esmeye başladığı tarihi avluda yalnız değildi. Yaşlı bir adam taş avluda belli ki torunu olacak boz bir çocukla şakalaşıyordu. Çocuğa gülümseyerek gerginliğini azaltmaya çalıştı.
Çünkü çok gergindi. Bugüne kadar hiçbir gazeteciyle röportaj yapmamıştı. Ona numarasını veren meslektaşına da çok kızgındı. Bir o kadar da röportajı kabul ettiği için kendisine kızgındı. Kadın röportajı çalıştığı kurumda hasta bakarken yapmak istemişti. Bu kadarı fazla diye kabul etmemişti. Daha doğrusu kabul edemezdi.
Belki korku ikliminden kurtulamamıştı.
Belki de böyle şeylerden bir şey çıkmaz düşüncesindeydi
Birazdan telefonla randevulaştığı kadın burada olacaktı. Ya kadın röportaj sırasında ona “Neden Almanca öğrenmek istiyorsun?” diye sorsa ne cevap verecekti.
Aslında “Orada onları kendi anadillerinde hasta onamı almalıyım. Kendi anadillerinde hasta ona anamnez almalıyım. Kendi anadillerinde muayene etmeliyim. Bunun için öğreniyorum” diyebilirdi.
Ama diyemiyordu. Çünkü yıllarca dilini bilmediği hastalardan onam almadan, anamnez almadan, muayene etmeden tedavi süreçlerini anlatmadan tedavi etmişti!
Bu çelişkiyle gerilmişken, çocuk yaşlı adamın elinden kurtularak yanına geldi. Kucaklayarak sevince bir anda irkiliverdi. Çünkü bu çocuk ve yaşlı adam unuttuğu ve unutmak istediği bir geceyi hatırlattı. Basında özel hastanelerde bebeklerin rant uğruna ölüme terk edildiğinin yazıldığı bu günlerde, çocuk ve yaşlı adamla o geceye gidiyordu.
Çok iyi hatırlıyordu, o boz çocuğu nefes nefese yaşlı bir adamın kucağında uzun hasta sırasındayken fark etmişti. Acilde çalışıyordu ama normal çocuklara da bakıyordu. Hastanede uzman hekim olmadığı için acil ve normal çocuklar annelerinin kucağında aynı sıraya giriyordu.
Çocuklar anne kucağında sırasını beklerken o yaşlı adamın kucağında son nefesini verir gibi duruyordu. Sıradakilerin tepkisine rağmen nefes göğsü yerinden çıkacak gibi soluk soluğa çocuğa yaklaştı.
“Kusura kalmayın, bu çocuk ölmek üzere, ona öncelik vermeliyim” diyerek, bir çırpıda acil müşahedeye götürdü. Çocuğu muayene ettikten sonra tedavisini düzenledi. Çalışmasının beğendiği, elinde serum setiyle bir çocuktan diğerine koşan, yorulmak nedir bilmeyen çalışkan genç hemşiresiyle müdahaleye başladı. Adama sordu.
“Annesi niye yok? Yoksa o da mı hasta?”
“Annesi ve babası Türkçe bilmir. Ben getirmişsem!”
“Sen nerde öğrendin”
“Askerde.”
Dil bilmeyen kadınlar ne kendilerini ne çocuklarını anlatabiliyordu
“İyi ki sen getirmişsin. Annesiyle anlaşamazdık.”
Acil müşahedede yoğun müdahale ile hemşiresinin çabasıyla çocuğu kısmen toparlanmıştı. Ama yetmiyordu. Çünkü hastanede bir süre kalması gerekiyordu. Ne yazık ki yataklarda çocuklar ikili kalıyordu ve boş yatak yoktu. Böyle çocukları belki biri taburcu olur diye acilde, müşahede bölümünde gözlem altında tutuyorlardı.
Gece ortası uyumak için nöbet odasına çekildi. Ancak uyumak tehlikeliydi. Her an bir çocuk gelebilirdi. O zaman uyanmak onu daha çok zorluyordu. Hem durumu ağır çocukları kontrol etmesi gerekiyordu. Şafağa yakın yeniden acil müşahedeye yöneldi. O anda yaşlı adamın bebeğini kucağına almış gidiyordu.
“Nereye gidiyorsun xalo?Çocuk için tehlike devam ediyor”
Yaşlı adam cevap vermedi. Öfkeli görünüyordu. Belli ki yanlış bir şeyler olmuştu. Kucağındaki çocukta solunum yine hızlanmıştı. Birkaç adım sonra nefesi tamamen kesilebilirdi. Yaşlı adamın önünü kesti. Nöbetçi hademeyi çağırdı
“Söyle ona ne yapmaya çalışıyor?”
Hademe uzaklaşan adamla uzun uzun konuştu. Belli ki hademe de adamın konuşmalarına öfkelenmişti. Kendisine yaklaştı.
“Çocuğunu alıp gitmek istiyor?”
“Yapamaz. Giderse çocuğu ölecek?”
“Biliyor. Ama burada kalmak istemiyor?”
“Neden?”
“Selma hemşirenin yanına tahminen özel görevli bazı adamlar gelmiş. Biliyorsun hemşireler oradan ayrılmasın diye başhekim cam bir bölüm yaptırttı. Konuşmalar olduğu gibi duyuluyor. Bunlar köy baskınlarında kadınlara yaptıklarını kahkahalarla anlatıyorlarmış. Çok zoruna gitmiş. Çünkü kendi köyü de sürekli baskın görüyormuş. Bunları duyduktan sonra torunum ölse de gideceğim. Burada kalamam diyor?”
“Hayır kalacak? Ben izin vermiyorum. O konuşmalardan rahatsız olmuşsa dışarıda beklesin”
Adama yaklaştı.
“Bizim hemşire çok çalışkandır. Çocuklara çok iyi davranır.”
Bir yandan da bu olanları hemşiresi nasıl izin verdi diye şok halindeydi.
“Ya o misafirleri doktor beg! Keşke ben de dil Türkçe bilmeseydim. O konuşmaları duymasaydım. Hiçbir şey anlamasaydım!” diyordu öfke saçan gözleriyle yaşlı adam
“Utanç onlarındır xalo. Bu çocuk mutlaka yaşamalı. Sen bahçeye çık. Orada bekle. Biz çocukla ilgileniriz.”
Bir hekim için bir çocuğun yaşaması, hemşirenin kaba misafirlerinden, memleket gerçekliğinden, adamın öfkesinden daha öncelikliydi. Yaşlı adamı bahçeye çıkardılar. Çocuğu yataklardan birine başka bir çocuğun yanına bıraktı. Çocuğun genel durumu normale gelince aşağıya, müşahedeye girdi. Nöbetçi hemşirenin yanında silahlı, botlu, özel kıyafetli adamlar hararetle çay içiyordu.
“Burası acil müşahede. Buraya girmeniz doğru değil.”
Onlardan birini işaret eden hemşire
“Bu nişanlım. Diğerleri de arkadaşları. Onlarda nöbetten çay içmeye gelmişlerdi birazdan giderler.”
“Burası nişanlın ve arkadaşlarını ağırlayacağın yer değil. Lütfen burayı hemen terk edin” dedi. Aslında bunu sana hiç yakıştırmadım demek istiyordu.
“Terk etmesem ne yaparsın!” diye ona yöneleni hemşire durdurmasa darp edilecekti.
“Burada çocukları tedavi ediyorum. Vicdansızlık yapmayın. Hemen gidin!”
Hemşire de onlara “Ne olur artık gidin!” dese de hiçbiri yerinden kımıldamıyordu. Israr etse muhtemelen şiddet uygulayacaklardı. En iyisi başhekimi aramak ve meseleyi ona havale etmekti. Önce başhekimi sonra nöbetçi arkadaşını aradı ve hastaneyi terk etti...
Çocuğun “Anne!” diye bağırmasıyla anılarından taş avluya geri döndü. Rüzgar terleyen yüzüne keskin bıçak gibi vuruyordu. Çocuğun anne ve babası gelmişti. Avlu daha da kalabalıklaşmıştı.
Ne zaman anadilinde sağlık meselesi gündeme gelse o geceyi hatırlıyor ve güvenlik meselesi öne çıkıyordu. Anadilinde sağlık, eşitsizlikler ve barış meselesiyle alakalıydı
Şimdi röportaj yapacak kadına söyleyecek cevabı vardı.
“Almanca öğreniyorum, çünkü buradan gitmek istiyorum. Çünkü kendimi güvende hissetmiyorum. Çünkü mesleki saygınlığımı koruyamıyorum.”
Bir zaman avluda tahta sandalyede kaskatı kaldı. Yaşlı adam, çocuk ve annesi çoktan gitmişti. O anda kapıda kamerası ve yardımcılarıyla bir kadın görünüverdi. Kadın ona yaklaştı
“Sizinle mi röportaj yapacaktık?”
“Hayır, beni başkasıyla karıştırdınız.”
Kadın ona dik dik baktı. Belli ki gerilmiş halinden ürkmüştü. İstese de röportaj yapamazdı.
Kadın “sizi başkasıyla karıştırdım galiba!” diyerek öfkeyle oturdu. Kendisi de röportajdan, aslında kendi gerçekliğinden kaçmanın zaferiyle, kentin kuçelerine karışıverdi.