Dicle Nehri kutsal kitaplarda adı geçen dört nehirden biridir. Derler ki, Danyal Peygamber Dicle Nehri’nin Basra Körfezi’ne kadar olan akış güzergâhını eline eğri bir asa alarak bizzat belirlemiş. Yoksulun, garibanın, ektiği küçücük tarlasının nehrin coşkulu akarak yatağının yayılarak genişlediği yıllarda zarar görmesin, hakları gasbedilmesin diye bizzat belirlemiş. O gün bu gündür nehir o tespite göre akar.

Dicle Nehri’nin bu kutsiyetine inanan şehir halkı, Kurban Bayramı’nın arife günü, gün batımı vakitlerinde köprünün orta gözünün üzerinden isteklerini yazdıkları dilek kağıtlarını bir güzel katlayıp içlerinden dileklerini de fısıldayarak nehre atarlar. O pusulaları sudaki çalı çırpı gibi herhangi bir engele takılmayıp su alıp götürürse isteğin gerçekleşeceği inancı yaygındır.


İşte hikâyemiz o günlerden birine dairdir…
Binler yılık kadim şehrin olanca yükü sanki Zinet Kadının omuzlarına yüklenmişti. Çocukların ve evin bütün sorumluluğu yetmezmiş gibi kocasının ayyaşlığı da tuz, biber ekmişti katmerli eziyetine. Doğrusu diğer eziyetlerin tümü katlanılacak türdendi ya yeter ki kocasının şu sarhoşluk illeti olmasındı!
Kocası çalışıyordu, geçimlerini sağlayacak kadar bir işi de vardı. Eksik, gedik de olsa evin ihtiyaçlarını sağlıyordu. Ah, bir de kocasının o meret alkol tutkusu olmasaydı ya!


Sabahları, eski şehrin jargonuyla kılık, kıyafeti “Jilet gibi” olsun isterdi evin erkeği. Üst, başı yıkanır, temizlenir, ütülenirdi. Ayakkabıları da illa ki “ayna gibi” boyalı olmalıydı. Öyle çıkardı sokağa. Omzunu hafif kırarak yürürdü. Yemeni ayakkabısının yumurta topuğunu bazalt parke taşlara vurduğunda, cümle mahalle sakinlerinin pencere ve kapı aralarından onun sokaktan arz-ı endam edişini, gözlediklerini düşünür ve yürüyüşüne daha bir hava verirdi.

Yine öylesine bir günün akşamında bulut gibi “sermest” halde epeyce yalpalayarak evinin sokağına girdiğinde, kendini lağım çukurunda bulması an meselesi olmuştu. Nereden bilsindi ki o gün kendisi evden ayrıldıktan sonra evlerinin sokağındaki lağımın tıkandığını! Belediye görevlileri gün boyu lağımı açmak istemelerine karşın işi bitirememişlerdi. Kazdıkları sokağı ve bir yana topladıkları parke taşları o halde bırakıp ertesi gün tamamlamak üzere sokaktan ayrılmışlardı.
Çamura batmış haliyle diline geleni sarhoş peltekliğiyle bağıra çağıra gecenin sessizliğinde dillendire durmuştu. Herkes nasibini almıştı. Belediye çalışanlarıyla yetinmemiş, Allah’ı, peygamberi de sıraya dizmişti.

Kaderin cilvesine bakın ki daha sövgüleri dilinden dökülmüşken cümle mahallenin hatta şehrin saygı duyduğu “ehl-i iman şeyh” de tesadüf bu ya sokağın başında bitivermişti. Bana mısın demeden tokadı ensesine basmıştı. Sen misin Allah’a, peygambere sarhoş ağzınla küfreden diye.

Tokadı yiyince hemen kendine gelmiş ve gece karanlığında söylenerek gökyüzüne doğru ellerini açmıştı:
“Ey Allah’ım sana saygısızlık edip de dilimizi uzattıksa, bu kadar da kısa zamanda bedelini tahsil etmek üzere şeyhini gönder de demedik,” deyivermişti.
Bütün mahalle o geceki rezalete tanık olmuştu. Zinet Kadın artık kocası Memduh’un son yaptığından sonra nasıl bir çözüm bulacağının cidden telaşına düşmüştü.
Kurban Bayramı geliyordu. Bir yandan kadim şehrin olanca hengâmesi içinde bayram hazırlıkları sürerken, Zinet Kadını asıl düşündüren kocasının ayyaşlığına çare bulma derdiydi.

Ne hocalara muska yazdırmak kalmıştı ne dil dökmeler ne de kocasına olanca cilveler, işveler. Hiçbiri para etmemişti. Son çare işi “Allah’a havale” etmekti! Zaten her daim dar’a düştüklerinde ellerine göğe kaldırıp Allah’a yakarırcasına havale etmiyorlar mıydı? 

Yine öyle yapıp Allah’a dilekçe yazıp yollayacaktı. Başka umarı çaresi kalmamıştı.

Her yıl Kurban Bayramı’nın arife günü akşamı bilcümle kadim şehirliler, tarihi kadimden bu yana kutsal bildikleri nehirlerine 1500 yıllık ongözlü köprülerinin orta ayağının üzerinden dileklerini yazıp atarlardı ya! İşte o da aynen onu yapacaktı…
Zinet kadın da, son çare olarak bu yolu deneyecekti…
Kocasını, nehrin akışı içinde Allah’a şikâyet edecekti!
Nehirleriydi o!
Kutsal kitaplarda bile ismi ayan beyan yazılıydı.

Nehir, hemen şehirlerinin yanı başından dünya var olalı beri yılankavi bir gururla, şehre, sanki biraz da cilve satarak akar giderdi. Kadim şehirliler nehirlerinin bu nazını kabullenirlerdi. Onun gururunu paylaşırlardı. Çünkü şehirleriyle nehirleri birbirinin sırdaşıydı, sır ortağıydı. 

Onlar yani şehirliler de ikisinin; şehirle nehrin sır kâtibi! Binler yıldan bu yana şehirliler nehirlerinin tanrıya ulaşmada bir yol, bir araç olduğuna inandırmışlardı kendilerini. Doğrusu nehirleri de onları hiç mi hiç yarı yolda bırakmamıştı. Gelinlik kızlar, evlilik çağındaki delikanlılar, asker ve mahkûm yolu gözleyenler, çocuk sahibi olmak isteyenler, ev, iş sahibi olmak telaşındakiler her yıl dilek vakti köprünün üzerinden nehrin görünen yüzünü silme kâğıda keserlerdi.

Bir gün önceden dayanmıştı komşu kapıya Zinet Kadın. Komşu kapısı, Bayzar Baco sır ortağıydı Zinet Kadın’ın. Yaptıkları yemekler dahil her bir şeylerini paylaşırlardı. Memduh’un alkol tutkusu nedeniyle Zinet Kadına çektirdiklerini mahallede en iyi bilenlerden biriydi Bayzar Baco.

“Başka çarem kalmadı,” dedi Zinet, Bayzar’a. “Allah’a dilekçe yollayacağım. Belki o, bir çare bulur. Sen de bana yardım etmelisin. Birlikte gideceğiz. Biliyorsun benim okumam, yazmam da yok! Dileğim odur ki dilekçeyi de sen yazasan!”
“Tamam,” dedi Bayzar Baco.

Arife günü, akşama doğru bazalt taşlı surların Mardin Kapısından çıkıp nehrin üzerindeki köprüye doğru yollandılar. Yol boyu bir dolu talepkârla yarenlik ederek birlikte yürüdüler.

Yolda birden o an anımsamış gibi Bayzar Bacoya dönerek sordu Zinet Kadın:
“Bayzar,” dedi. “Sen şimdi kalkar Ermenice yazarsın benim dileğimi. Nasıl olacak bu iş! Ben Müslüman’ım sonra geri dönmesin dileğim.”
Bayzar komşusu Zinet’e “Rahat ol Zinet. Allah hepimizin Allah’ıdır. O hangi dilde yazıldığına değil, ne yazıldığına bakar,” dedi. Anlaştılar.
Allah’a dilekçeyi yazdılar: “Tanrım, Memduh kuluna çeki düzen ver. Ayyaşlık illetinden kurtar. Evine sadık biri olsun” deyip attılar dörde katlanmış kâğıdı nehrin orta yerinden suya. Su alıp götürdü dilek kâğıdını. Kâğıt, gözden yitinceye kadar da izlediler suyun akışını. Çünkü biliyorlardı ki, dilek kâğıdı bir yerlere, su kenarındaki çalılara filan takılırsa iyiye işaret sayılmazdı.

Memduh o günden sonra mülayim, evine bağlı, alkolden de uzak duran biri oluvermişti. 
Bu sır o günden sonra, ayrı dinlerden ama sır ortağı binlerce yıllık kadim şehirli Kürt Müslüman Zinet’le, Ermeni Hıristiyan Bayzar’ın bildikleri sır olarak kalmıştı.  
Bakın o Allah’a Dilrkçeli günleri kendisiyle “Tozu Kalsın” kitabım için sözlü tarih görüşmesi yaptığım dostum Mehdi Tanaman nasıl anlatmış:
“Özellikle yaz’a denk gelen Kurban bayramlarında yaşadığımız bir gelenek vardı. Ongözlü köprüde arzuhal yazılır nehre atılırdı. O arzuhaller Arapça harflerle yazılmış dilekçelerdi. Kime yazılırdı, tabii ki Tanrı’ya! İşte o yaza denk düşen kurban bayramı arife günü akşam saatleri köprünün üzeri çok kalabalık olurdu.
“Abim, o zamanlar imam hatip’te okuyordu. Onunla giderdim Ongözlü köprüye. Abim Arap alfabesini bildiğinden o yazardı arzuhalleri. İşte; hayırlı bir koca bulmak isteyen, iyi bir evlat, hapiste olan yakınının tez zamanda çıkmasını isteyen, ev-bark isteyen haline göre arzuhal isterdi. Herkesin bir Arzu hâli vardi yani! Ve bu istek o arzuhallerde yazılırdı.

“Eskiden biz okul çocuklarının iki tür defterleri vardı. Biri beyaz çizgili yazı defteri, diğeri de sarı saman rengi düz kâğıt matematik defteri. Çizgili beyaz defter kağıdına yazılı olan arzuhal 25 kuruş, sarı samanlı kâğıda yazılı olan arzuhali 15 kuruşa satardım.
“Abimin ergenlik dönemi olduğu için o görünmek istemezdi, ben daha küçüktüm, onun yazdıklarını ben satardım. Duruma göre yazılmış arzuhalleri gazete kağıtlarından yapılmış kese (torba) kâğıtlarına koyar satardım.

-Arzuhaaal, arzuhaaal diye köprünün başında durarak bağırıp satardım. İsteyene sarı, isteyene beyaz kağıtlı olandan.
“Tabii ki köprünün orta gözesinin üzerinden suya atılmak kaydıyla! Ve suya atmakla yetinmeyip, o katlanmış arzuhal kağıdının ne kadar erken ya da geç sürede suda kaybolması da mutlaka arzuhal sahipleri tarafından izlenirdi. Erken suda kaybolur, su alıp götürürse dileğin tez vakitte gerçekleşeceği, geç olursa biraz zaman alacağı şeklinde yorumlanırdı. Yani bir nevi arzuhalin zamanla yarışı gibi işte…”

Hadi isterseniz bugün cumartesi ve 2024 Haziranının Kurban Bayramı arefe günü de yaza denk geliyor. Üstelik yarım da olsa ayışığı var. E, daha ne duruyorsunuz! Allah’a dileğiniz her ne ise Ongözlü köprünün üzeri sizi bekliyor. 

Gün batanda gidin ve dileğinizi Ongözlü köprünün orta gözesinden nehre atın. Ve siz siz olun dilekçeniz suda gözden kaybolana kadar da izleyin. Malum hiçbir yere takılmadan gözden yiterek suyun alıp götürmesi gerek dilekçeyi, yoksa adresine ulaşmaz…
Nice bayramlara...
Foto: Mart 2013 Şeyhmus Diken’in dilekçesi…