Soğuk bir kış günü, odun sobası harıl harıl yanarken, karşısında avurtları çökük, gözleri dolu, sırtı öne eğik bir kadını fark etti. Sağlık ocağının poliklinik odasında ıslak gözleriyle yaşlı kadın belli ki ondan yardım istiyordu.
Önce sırtının ağrıyabileceğini düşündü. Belki yanları ağrıyordu. Belki de tanımsız bir göğüs ağrısıydı.
Genç, mecburi hizmetini yapan idealist bir hekimdi. Mesleğini en iyi şekilde yapmalıydı. Karşısında çaresiz, dilsiz, desenli uzun entarisiyle yardıma muhtaç bir kadın vardı.
Elbette muayene etmeliydi. Ama sorması gerekiyordu. Tıp fakültesinde öyle okumuş ve öyle öğrenmişti.
“Ağrı ne zaman ve nereden başladı?”
Ama soramıyordu! Çünkü kadının dilini bilmiyordu. Kadın da onun dilini bilmiyordu. Yanında belki çocuğu belki torunu on bir yaşlarında mavi entarili bir kız vardı. O da kadının derdini anlatamıyordu.
Tıp eğitiminden öğrendiği diğer bir şey de ağrının nedeni bilinmiyorsa ağrı kesici kullanamayacağıydı. Bu yüzden hiçbir şey yapamıyordu. Böyle onlarca hastayı ağrılarıyla baş başa eve göndermiş ve bu çaresizliğin altında kalmıştı.
Elbette bir hekim olarak tıp fakültesinden ‘primum non vecere - önce zarar verme’ ilkesiyle davranıyordu. Yanlış bir şey yapmaktansa hiçbir şey yapamamak daha önemliydi. Çünkü derdini anlamadığı kadına yanlış bir tedavi yapabilirdi. Çocuğa bakıp “üzgünüm bir şey yapamam!” dedi.
Kadın hala acı çekiyordu. O ise sadece seyrediyordu.
Çünkü tıp fakültesinden ‘hastalığın tanısı anamnezle başlar’ ilkesiyle diploma almıştı. Anamnezi yani hastalığın öyküsünü öğrenmesi için ikisinin de aynı dili konuşuyor olması gerekiyordu.
İçeride odun sobası şiddetini kaybedip hızla sönerken, poliklinikte reçete yazamayacak kadar ellerinin donakaldığını fark etti.
Ama biliyordu, ellerinin donması soğuktan değil, belki dilsizliktendi.
Ve dışarıda ayakları buz kesen bir soğukluk varken kadın buraya gelmesi ve de yardım bekleyen gözlerle durması, acı çektiğini gösteriyordu.
Mezun olunca hastayı dil, din, ırk, cinsiyet, sınıf farkı olarak ayırmayacağına dair yemin içmişti. Yemine hala bağlıydı. Ama karşısında konuşamadığı, anlaşamadığı, dokunamadığı, tanı koyamadığı çaresiz biri vardı.
Böyle ne ilk hastası olmuştu. Ne de son hastası olacaktı.
İşte o zaman karar verdi. Mutlaka Kürtçe öğrenecekti. Bu da zor bir meseleydi. Çünkü Kürtçe öğreneceği bir kurum yoktu. Ama o halkın da yardımıyla kısa sürede hiç olmasa anamnezi alacak, hastaların derdini öğrenebilecek kadar öğrenecekti.
Çalıştı, çabaladı. Dilsizliği kısmen aşabildi. Ve böylece poliklinik dolup taşmaya başladı. Soba yakmaya ihtiyacı yoktu. İnsanların sıcaklığı yetiyordu. Hastalar sıkça geliyordu. O da mesleğini yerine getirdiği için çok mutluydu.
Elbette halk ile bu kadar samimi olmanın bir bedeli de olmalıydı. Halkın içinde birkaç muhbir vatandaş ve birkaç görevlinin işbirliğiyle ona sürgün yolları görünmüştü.
Ama halk kendi dilini öğrenen doktoru bırakmak istemiyordu. Sokaklara çıkıyordu. Dilekçeler yazıyordu. Vekillerin kapısı çalınıyordu. Camilerde imamlar konuşuyordu. Muhtarlar ‘doktorumuzu bırakmayız’ diyordu.
Böylece tayini durduruldu. Halkın kendisine sahip çıkması yaşamında bir dönüm noktası oluyordu.
Aydın olmanın bedelinin yanında sahiplenme duygusu daha baskın çıkıyordu.
İstemese de bir caddeye adının verilmesi, belki de anadilinde sağlık hakkının hatırlanması içindi.
Oradan ayrıldıktan sonra bu sahiplenme duygusuyla hekimlik yapmaya devam edecekti. Ama hukuksuzlukta peşini bırakmayacaktı.
Yıllar sonra adının kısmen karıştığı tabipler birliği genel kurulunda, bazı hekimlerin konuşmasıyla şoke oluyordu. Onca üstenci, bilim karşıtı, tıp inkarı, milliyetçi cümlenin içinde “anadilde sağlık eğitimi diye bir şey yoktur… ” cümlesi; onu mesleğinin ilk yıllarına, tanıklıklarına, sağlık hakkının ihlaline, çaresizliğe, mesleki yemine, dil öğrenme çabasına ve yaşadığı haksızlıklara götürüyordu.
Bir şeyler mi değişmişti!
Bir şeyler mi anlaşılmamıştı!
Bir şeyler mi duyulmamıştı!
Elbette yalnız olmadığını biliyordu. O anda Diyarbakır’dan bir doktorun meslek yeminini hatırlatmasını, birkaç Kürtçe cümleyle sitem etmesini, ardından yaşanılan arbedeyi hayretle izledi.
Bir yerlerde hala eksik bir şeyler vardı. Sınırların aşıldığı, insanların topluluklar halinde ülkesinden ayrıldığı, dillerin ve kültürlerin karıştığı bir coğrafya da anadilde sağlık meselesi hala devam ediyordu. Bunun için çok üzgündü.
Ve o bu hüzünle, bir Ankara haziranında yine “ne yapabilirim” diye düşünürken, Baykan’da Dr. Taner Özbenli Caddesi üzerinde, bir sağlık merkezinde, mecburi hizmette genç bir hekim, bir sahafçı da bulduğu ‘Kürtçe Anamez - Anamneza Bi Kurmancî ‘adlı bir kitap ile, yaşlı hasta bir kadını anlamaya çalışıyordu.