1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren 112 acil yardım hizmetlerinde ambulans hekimi olarak çalıştım. O dönemde yeni kurulan sistemin çokça eksiği vardı. Ben de dönemin hassasiyeti, kişisel duyarlılığım ve her şeyden önce sendikal aktivisti olmam nedeniyle sistemin eksikliklerine odaklandım.

Bununla beraber bu sorunlara karşı örgütlü mücadeleyi öne çıkaran bir çizgi izledim. Çalışma arkadaşlarımızla birlikte sorunlarımızı tespit eden raporlar yayınladık. İlgili kurumlara ilettik. Basın açıklamaları yaptık.

O arada edebiyata da merakım vardı. Özgür Üniversite’de keyifle dinlediğim Mihri Belli “Toplumsal süreçleri sadece siyasi kitaplardan okumayın. Dönemi anlatan edebiyata kulak verin” diyordu. Yazar  ve senarist Vedat Türkali de benzer konuşunca dönem edebiyatlarına merak saldım. Bol okumalar yaptım.

Yetmedi karalamaya başladım. Çığ Düş’tü bu arayışın sonucu yazılmaya başlandı. Yine de beni o dönem 112’de yapmak isteyip de yapamadıklarım daha çok ilgilendiriyordu. Dava dilekçeleriyle, basın açıklamalarıyla anlatamadığımı, belki hikayelerle daha iyi anlatabilirdim. O dönem İstanbul Tabip Odası’nın yayın organı olan Hekim Forumu dergisinde bir kaç hikaye yazdım. Aynı yayın kurulunda çalıştığım, aynı zamanda karikatürist olan Dr. Halis Dokgöz karikatürleri ile hikayelere destek verdi.

Ve beklediğim gibi bu hikayeler sorunlarımızın daha da görünür kılmasına yol açtı.

Tam o dönemde Çığ Düş’tü romanının yazımı sürüyordu. Bu öyküler bana gönüllü editörlük yapan, arkadaşım, o dönem Virtüel Yayınevi’ni kuran, şair ve gazeteci Bayram Balcı’nın da dikkatini çekmişti.

2002 Haziran’ında, çok nadir gittiğim bir yurt dışı gezisi dönüşünde Virtüel Yayınları’ndan  ‘Alo 112’ sürpriziyle karşılaştım.  

Hem çok heyecanlanmıştım, hem de çok öfkelenmiştim. İlk kitap olması, amatörce ve acelece basılması nedeniyle kitapta çok fazla editoryal hata vardı.  

Ancak kitap o haliyle bile kısa sürede çok ilgi gördü. Ve o kısa sürede tükendi. Kitap idarenin de dikkatini çekmişti. Memur olduğum gerekçesiyle, çalıştığım işin adıyla kitap çıkarmamın sakıncalı olduğu söylendi.  Nitekim bu anlamda uyarılar da gelmeye başladı. Bunun üzerine avukatların yönlendirmesiyle hikaye kitabını bu defa  El Yayınları’ndan ‘Kırık Halka’ olarak çıktı. Bu da acele ile verilmiş yanlış bir karardı. Çünkü açılmış hiçbir soruşturma yoktu. Buna rağmen kitap bu yeni adıyla çok ilgi gördü.   

Böylece insan hikayeleriyle sistemin sorunlarına dikkat çekerek, bazı iyileştirmelerin de önünü açmıştık. Kitap ile 112 acil sağlık sisteminde daha fazla öne çıkmaya başladım. 112 ile ilgili yapılacak her şeyde aranır duruma gelmiştim.  

2004 yılında dönem nöbet sistemlerimiz idarenin keyfi kararıyla bir anda değişti. 5 günde bir çalışıyorken, nöbetleri 3 güne bire çeken listeleri çıkınca hekimler ve sağlık çalışanları tepki gösterdi. Çözülmeyen onca soruna bu da eklenmişti.

Bunun üzerine İstanbul Tabip Odası’nda (İTO) acil bir toplantı yapıldı. Toplantıya otuzun üzerinde hekim katıldı. Dava açılmasına karar verildi. Dava tabii ki kitap sahibi olan benim adıma açıldı. (O dönem Tabip Odası toplu dava açamıyordu.)

Dava öncelikle karşı çıkılan 3’lü nöbet sistemin iptali için açılmıştı.  Sağlık Bakanlığı avukatları karşı atağa geçti. Ve İstanbul Sağlık Müdürlüğü üzerinden, gayri resmi olarak 24 saatlik nöbetlerin iptal olacağını ve 8’er saatlik mesai düzenine geçileceği açıklamasını yaptı. Kötü haber çabuk yayılır misali bu mesele 112 istasyonlarında konuşulmaya başlandı.   

İstanbul Sağlık Müdürü, İTO’da toplanan hekimler dahil hekimlerin çoğunu müdürlük binasına acilen toplantıya çağırdı. İTO’da toplantıya katılan bir çok hekim istasyonlara sorumlu hekim yapıldı. Nöbet araları 5 güne bire çıkarılacağı açıklandı. Zaten AKP‘li sağlık müdürü, sol görüşlü bir çok kişiyi müdür yardımcısı ya da başhekim yardımcısı yapmıştı. Onlar da İTO karşıtı faaliyete geçmişlerdi.

Evet müdürlük bir yandan mesaiye geçme şantajı yapmıştı. Bir yandan da nöbetleri 5 günde bire çıkarma ve bir kısmını yönetici yapma gibi rüşvetler sunmuştu.   

Esas olarak 112 hekimleri 24 saatlik nöbetlerin iptalinden çok korkmuştu. Nöbet araları ek iş yapma, sosyal çalışmalar ve esasen  hekim konformizmi nedeniyle hekimler Bakanlığın, özelde İstanbul Sağlık Müdürlüğünün tehdidine kolayca boyun eğdiler.  

Böylece bakanlık  politikasında başarılı oldu.

Hekimler pazarlıksız, kayıtsız ve şartsız davanın geri çekilmesi için İTO’ya baskı yaptı. İTO maalesef baskılara, hekimlerin talebi diye boyun eğdi. Davayı, adına açılan dilekçe verilen bana danışma gereği  duymadan geri çekti. İTO avukatı hekimlerin talebine göre dilekçe hazırlamıştı. Şimdi de onların talebi için dilekçeyi çekiyordu. 

Halbuki Bakanlık ve Müdürlük  blöf yapıyordu. Evet yürütmeyi durdurma ile 24 saatlik nöbet sistemi durduruluyordu. Ancak il genelinde mesaili acil yardım düzenlenmesi sürdürülebilir değildi. Hekimler buna dirense bakanlığın yapacak bir şeyi yoktu.  

Ve en önemlisi Bakanlığın mahkeme kararı sonrası, daha iyi şartlarda yeni bir sistem kurma imkanı vardı. Ve de buna hiçbir engel yoktu.

Dönemin Sağlık Bakanlığı sistemi iyileştirmek yerine tehdit ve şantajla hekimlere boyun eğdirme yoluna gitmiş ve başarılı olmuştu.

Hekimler davanın çekilmesi için Sağlık Müdürlüğü ve İTO arasında mekik dokurken benim durumumu gündeme almamışlardı. Müdürlük benim için kimseye bir söz vermemişti.

İTO hekimlerin talebiyle davayı çekerken benim durumumu konuşmamıştı.   

Mesele böylece çözülmüştü. Sırada mücadele eden ve bunun için kitap yazanın cezalandırılması vardı. Evet hem kitap yazmıştım. Hem de adıma dava açılmıştı. Fırsat çıkmışken cezalandırılmam gerekiyordu.

Ve bana ceza olarak 8 saatlik mesaili C istasyonu açtılar.

Sağlık çalışanı vermeden, sadece ambulans sürücüsüyle mesaili acil hizmete başladım. Sabah 8’de başlayıp akşam üstü 5’te biten Acil Yardım İstasyonu’nda 6 ay çalıştım. (Aslında çatıştım demek daha doğru olacaktır.)

O dönem Köksal Aydın’ın başkan olduğu SES’in desteğiyle verdiğim  mücadele sonucu C İstasyonundan kurtuldum. (C istasyonları 12 saatlik mesailerle benden sonra da bir süre hastaneler arası nakil istasyonu olarak açık kaldı.)

Adıma dava açılmaktan öte ‘Alo 112’ kitabı yüzünden bir bedel ödediğimin farkındaydım. Ama yazmaya devam ettim.

Yazarlık hayatımızı derinleştikçe işin içine anadilde edebiyat ısrarı girince sağlığın hikayelerine ara verdim. Diyarbakır Tabip Odası yönetimine girince Alo 112’yi hatırladım.  

Derdimizi hikayelerle anlatma daha etkili olur diye düşündüm. Bu köşede 29 Ağustosta ‘Aslında Bir Hikayeden Ötesini Yaşıyordu’ ile ara verdiğim tarza dönüyordum.

Bu hikaye hekim camiasında çok tartışıldı. Beğenenler olduğu gibi karşı çıkanlar da oldu. Hikayenin içeriğine üzgündüm. Ama farkındalık yarattığı için de mutluydum. Çünkü bazı sorunlar vardır ancak hikayesi yazılır.  (Nitekim geçen hafta, hikayedeki benzer meseleler için iki hekim arkadaşın kavgaya varan tartışması, hikayenin içerisindeki sorunu tartışmaya hazır olmadığımızı gösteriyordu.)   

İki hafta önce Ankara’da bir toplantıda genç bir hekim arkadaş, yazarlığımı kastederek entelektüel faaliyetimin mücadeleye katkısı olmaz diyerek beni eleştirince, Alo 112 sürecini yazmaya karar verdim. (Daha başka örnekler de verebilirim.)

Öncelikle ben bir entelektüel çalışma içinde değilim. Derdimizi edebiyat ile de anlatmaya çalışan biriyim. (Elbette bu köşede sadece sağlık hikayeleri yazmıyoruz. Güncel ve süreli meseleleri de yazıyoruz.)

Ama daha çok sağlığın hikayelerine devam diyorum.

Alo 112’nin 3. Baskısı J & J yayınlarından çıkıyor. Bunu da hatırlatmış olayım. Aradan 25 yıl geçmiş. Ama o hikayelerdeki duygu hala devam ediyor.

Bize de o duyguyu geleceğe taşımak düşüyor.

Veysi Ülgen