İletişim çağında olduğumuzla övündüğümüz bu zamanlarda aslında gittikçe de iletişimsiz hale geldiğimizin farkına varmış değiliz sanırım. Hayır hayır, farkındayız da bin bir mazeretle geçiştiriyoruz durumu.
Hatırlıyorum evlerimizde çok nadir de olsa manyetolu telefonlar vardı. Ödemeli ya da ödemesiz bir telefon görüşmesi için saatlerce beklediğimiz zamanlar olurdu. Bir “off” bile demezdik, beklemek güzel oluyordu.
Sonra akşam saat 7’de açılan televizyonlarımız ve haftada bir ailece izlediğimiz dizi ya da sinema filmleri vardı. Hiç öyle başımızı başka tarafa çevirmek zorunda olmadığımız ‘aile filmleri’. Sonraki haftanın neredeyse tümünde anlatılacak güzel bir hikayemiz olurdu filmin konusu hakkında.
90 - 60 ve 45’lik kasetlerimiz ve onları dinlemek için teyplerimizi de unutmamak gerek. O zamanlar birçok kasetin yasaklı olduğunu bilenler bilir. Evin en gizli yerinde, bahçede ya da damlarda saklardık o ‘yasaklı’ kasetleri. Dinlerken, öyle sesi sona kadar açmak mı? Asla olmazdı. Ama içimize işlerdi o müzik o sanat.
Bu iletişim materyallerinden faydalanmadığımız zamanlarda, aile içinde tadına doyum olmayan sohbetler olur, hikayeler anlatılırdı.
Hatırladığım ilk hikaye rahmetli babamın anlattığı ‘Mem û Zin’ destanıydı.
Yakın ve uzak geçmişte yaşanmışlıklar, ailenin geçmişiyle övünülen hikayeler. Eminim hepinizin gözünde güzel bir fotoğraf canlandı, değil mi?
Velhasıl hem kendimize hem de ailemize ayıracak çok fazla zamanımız olurdu.
Ve o dönem ‘iletişim ve teknolojinin olmadığı zamanlar’ diye kayıtlara geçti.
Ya şimdi?
Evet, şimdi yaşadığımız çağı ‘iletişim çağı’ diye ifadelendiriyoruz.
Ne iletişim, ne iletişim!
Bir tuşla dünyanın öbür ucuyla görüntülü konuşuyoruz, işlerimizi ve işlemlerimizi ışık hızında hal ediyoruz. Bir ayağımız uzay çağında ama ruhumuz tenha ve kendine dahi yabancı bir halde.
Çocuklarımızı uyutmak ve onlara yemek yedirmek için, koruma içgüdüsüyle fazla sosyal olup başlarına bir hal gelmesin diye tablet ve telefonlara esir ediyoruz. Sonra da olabildiğince ‘asosyal’ bir neslin sahibi oluveriyoruz.
İşlerimizi hızlandırmak, ek işler yapmak, birilerinin gözüne girmek ya da cv’miz zengin görünsün diye iş sonrası eve taşıyoruz tüm o kaos ve stresi.
Mailler, mesajlar, whatshapp gönderileri.
Sonra da; “vay efendim mesajımı okudun da dönmedin, vay efendim beni engellemişsin” tartışmaları sürüp gider.
Tam işlerimiz bitmiş ayaklarımızı uzatıp bir şeyler izleyecekken, bir de bakıyorsun ki tüm saçmalığıyla bir program karşında, televizyonda. Ama o kadar yorgun ve dolusun ki, adeta zincirliyor insanı. Bitince de çoğumuz “çok saçmaydı aslında” deyiveriyoruz.
Bir şekilde ondan da kurtulunca, bu defa sosyal medyanın esareti başlıyor. Sahte hesaplardaki saçma sapan paylaşımlar, fake ve asparagas haberler, hiçbir şey vermeyen aksine insandan çok şey alan ‘çalışmalar’, sürekli bir sataşma ve karalamalarla dolu konuşmalar. Tarafsızlık ve ilkeli olmaktan çok uzak programlar.
Güzelleşmek adına çirkinleşen yüzler, sanat adı altında aptallıklar. Uzar gider liste.
Sonra uyku hali. Bir de bakıyorsun ki hayata dair bir şeyin paylaşılmadığı koskoca bir gün geçip gitmiş oluyor. Sonra aylar ve de yıllar, top yekun bir ömür.
Hem kendinin hem de ailesinin yabancısı oluveriyor insan.
Bir günaydının ve selam-sabahın bile rafa kaldırıldığı o tenha zamanlar.
En fazla, bir doğum gününde, ya da bir düğün ve cenaze merasiminden başka görüşmeler olmamaya başlıyor yavaş yavaş.
Kalabalıklar arasında yalnızlık senfonisi başlıyor. Dinleyip dinleyip geçiyor ömür ve ‘iletişim çağındayız’ canım diyerek boş bir böbürlenme yaşıyoruz.
Bu yazıyı Cemîlê Horo ve Eyşe Şan’ın güzel sesinden Memê Alan’ı dinleyerek yazdım.
Tavsiye ederim …