Yıllar önce diyabet hastası olduğum anlaşıldıktan sonra, rahmetli babam her önüne gelene bunun bir tedavisinin olup olmadığını sorup duruyordu. Kendisine “bu ilacı kullandıktan sonra iyileştik” denilen her ilacı büyük bir umutla tedarik ediyor ve ben de kendisini kırmamak adına her defasında kullanıyordum.
Bir şeyi beklemenin, bir sorunu çözme umudunun ne kadar kıymetli olduğunu babamın o bitmek bilmeyen umutlu arayışından daha iyi anlamıştım.
Bu güzel coğrafyamız yıllar yılıdır, barış denilen o muhteşem düğünü bekler durur. Durmakla kalmaz, biri barışın B’si dese, hemen filizlenmeye başlar umutlar.
Toplumda karşılığı olan kişi ya da kurumlar ‘barışa’ denk gelecek bir ifade kullanmaya görsün. Hemen bir bayram havası ve yüzlere sirayet eden tebessüm ve sevinç.
Pek tabi ki, bunun tam karşıtı durumun devamı için çalışanlar da az mesai harcamıyorlar.
Coğrafyamızın en çok aç olduğu konuların başında Barış gelmektedir. Onlarca yıldır süren, kimine göre ‘düşük yoğunluklu savaş’ ve kimine göre ‘çatışmalı’ ortamın ortadan kalkabileceği ihtimalinin konuşulması bile, toplumumuzda korkunç bir karşılık buluyor ve umudunu yeni baştan örebiliyor insanlarımız.
Onbinlerce insanın ölümüne, tahrip olan doğamıza, milyar dolarlık ekonomik kayba, toplumumuza ekilen ‘kendinden olmayanı kabul etmeme’ tohumlarına, kutuplaşmaya, kamplaşmaya, geleceğe dönük umutsuzluğa sebep olan bu ‘çatışmalı’ dönemin son bulması, milyonlarca insanın başat duası.
Bunca maddi ve manevi zararın, sosyal ve kültürel yabancılaşmanın, bunca toplumsal ve sosyolojik yozlaşmanın tersinde olan bir coğrafyada yaşıyor olduğumuzu bir hayal etsenize. İnsan o hayalden çıkmak istemiyor doğrusu.
1 Ekim 2024 tarihinde açılan Meclis’in yeni yasama yılında, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin oturduğu yerden kalkıp DEM Parti Meclis Gurubu’na yönelip Eş Başkan Tuncer Bakırhan ve milletvekillerinin elini sıkması, hiç alışık olmadığımız bir görüntü oldu. Üstelik her konuşmasında olmadık hakaretler edip kapatılması ve vekillerinin tutuklanmasını talep eden Bahçeli’nin bu harekette bulunması ve daha sonraki ifadeleri, Kürtler ve demokratik kamuoyu tarafından sevinçle karşılansa bile, haklı olarak hep ‘acaba’ duvarına çarpıp durdu.
Karşılıklı cevaplar, bir yerlere yaltaklanmak adına çabalayan yazar-çizer takımının yorumları ve bu çatışmalı ortamdan bir şekilde nemalananların durumlarından ziyade, toplumun bu gibi açıklamalar karşısındaki durumu ve duruşu çok önemli.
Türkiye toplumu, yoruldu ve toplumsal bir barışa hem aç hem de hazır. Yeter ki, sıkılı yumruklar rahat bırakılsın ve ‘amasız-fakatsız’ konuşma ortamının yaratılması sağlansın. Zira, ‘sıkılı yumrukla barış konuşulmaz’ sözü, kitabın ortasından bir ifade.
Kimin eli yumruk halinde, kimin eli havada beklemekte kamuoyunun takdirindedir.
Kürt tarafı ile Türk tarafı arasında örtülü ya da açık birkaç görüşme oldu bu güne kadar. Kimi zaman mektuplaşmalarla kimi zaman da yüz yüze. Ne yazık ki hiç birisinin sonucu istenen ve beklenen nitelikte olmadı.
Hep bir ‘ama-fakat’ ile yaklaşmalar, hep ‘yüzleşmekten’ ziyade suçlayıcı hikayeler ve hep şüphe ile duruşlar bizi buraya kadar getirdi.
Buraya gelene kadar ne oldu?
Neler olmadı ki. Toplum birbirine düşmanlaştı, kimse kimseye anlamak istemedi, kimse kimsenin hakkına hakkıyla riayet etmedi, herkes birbirini ötekileştirdi…
Siyaset kurumu, sadece günü ve koltuğu kurtarma derdinde.
Bugünün beyazı yarının siyahı olabiliyordu siyasette.
Oysa çözümün adresi, bu coğrafyada yaşayan tüm etnik unsurların temsiliyet adresi olan parlamento.
Özgürce ve incitmeden, kırmadan ve korkmadan her şeyi konuşmak ve bir çözüm etrafında mutabık olmak için çaba içinde olmak hiç zor olmasa gerek.
Yoksa, hamaset dediğimiz zehirli durum zaten bitmez. Hamasetin nelere mal olduğu da hepimizin malumu.
Dikkat ederseniz, hiç kimseyi suçlamadan ve kutsamadan yazmaya çalıştım. Yoksa herkesin kendine göre bir hikayesi ve kendine göre bir haklılık abidesi vardır. Ama barış gibi zorlu ve ağır bir yük ile meşgul olmak bambaşka bir ruh hali gerektirir.
O ruh; konuşmaktır, yüzleşmektir ve kucaklaşmaktır.
Öç almak, yaraları yeniden kaşımak, kabuk tutmasını önlemek yaraların bir çözüm değildir. Aksine, çözümün önünde betondan bir duvar. Hayır hayır, etten bir duvar.
Şimdi tarafların önlerine şapkalarını koyup düşünme zamanı. Öyle bir yerlere gelmek için değil, sadece kişisel ikbal için değil bir bütün ülke için düşünme ve konuşma zamanı.
Kışı bahara çevirme ve her mevsimi güzel yaşama zamanı.
Kim daha haklı sorusunu tatile çıkartarak konuşma zamanı.
Rahmetli babamın o çabasının, koşuşturmasının kıymetini her an daha iyi anlıyorum.
Barışa yaklaştıkça daha iyi anlıyorum. Barışa yaklaşma trafiğinde bir kazaya denk geldikçe daha iyi anlıyorum. Tedarik edilen ilaçlar bir işe yaranmayınca, babamın başını avuçlarının arasına alıp derinlere dalmasıyla anlıyorum.
Sakince oturup, yüzyıllardır sıkılı olan yumruklarınızı açıp konuşun sevgili ‘taraflar’.
Barışa bu kadar aç ve muhtaç bir coğrafyada, bunun için gösterilen çaba ne güzel bir çabadır, buna çabalayanlar ne güzel insanlardır. Geri kalanlar çirkin ve karanlık.