Grev hakkı, mevcut anayasada güvence altına alınan, toplusözleşme gibi işçi sınıfının temel haklardan bir tanesidir.
Anayasa’nın “Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler” bölümünün 54. maddesinde grev hakkı, “Toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında, uyuşmazlık çıkması halinde işçiler grev hakkına sahiptirler” ifadeleri ile grev yasal dayanağa kavuşturulmuştur.
Grev hakkı dünyada işçi sınıfının yasalardan önce “fiili olarak grev yaparak” kazandığı bir haktır. İlk olarak 1820’li yıllarda İngiltere’de “Big Holiday” adı ile işçiler genel greve gitmiştir. Bu grev sonrası İngiltere’de sendikalar ilk defa yasallaşmıştır.
İşçi sınıfı mücadelesinin geç başladığı ya da zayıf olduğu ülkelerde bile grev hakkı yasalara girmiştir.
Anayasanın ilgili hükmünden, grev hakkının sadece işçilere tanındığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Ancak değişen sınıf dinamikleri sonucu grev, yasadaki adıyla, “kamu görevlileri” olan kamu emekçilerinin de sıklıkla başvurduğu ve kabul ettirdiği bir hak arama mücadelesi yöntemidir.
1990’lı yıllarda kamu emekçilerinin fiili meşru sendikal hak alma mücadelesinde, ülke genelinde kamu iş kollarında önemli grevler gerçekleşti. 20 Aralık 1994 grevi bunlardan birisiydi. Bu grev, hazırlık süreci ve sonuçları bakımından kendine özel bir grev olması nedeniyle tarihteki yerini aldı. Gerçekten bu greve sendikalar diğer grevlere göre iyi bir hazırlık yapamamıştı. O dönem genel merkez telefonlarının borçtan dolayı kesik olduğu bir zamanda, tüm iş kollarında kamu emekçileri greve gitmişti.
Grev hükümeti oldukça sarsmış ve sendikalara yönelik yoğun bir baskı siyaseti başlatmıştı. Böylece tüm iş kollarında yoğun bir adli ve idari soruşturma süreci başlatılıyordu. İdari soruşturmalarda gerçekleştirilen grev anayasa dayanak gösterilerek yasadışı kabul edilerek kamu emekçilerinden savunmalar alındı, cezalar verildi.
Aslında o dönem sendikal etkinlik ve eylemlerin çoğu zaten yasal değildi. Gücünü meşruluktan yani haklılıktan alıyor, fiili olarak evrensel hukuku esas alarak bir mücadele ile milyonlarca kamu emekçisini harekete geçirebiliyordu. Bu güçlü hareket dönemin hükümetlerine geri adım attırıyordu.
Hükümetin bu mücadeleye yasallık üzerinden saldırısını o güne kadar boşa çıkartan kamu emekçileri sendikaları, bu defa geri adım atıyordu.
Böylece grev yerine “üretimden gelen gücün kullanımı” denilmeye başlandı. İşyerlerinde grev için çalışanlara “iş bırakıyoruz” demek tercih edildi. Aslında bu durum iş kollarında grev birliğinin parçalanmasına neden oluyordu. Mesela başta eğitim iş kolu olmak üzere birçok sendika “üretimden gelen gücün kullanımını sevk alıp hastaneye gitmek” olarak gerçekleştirdiler. Bu da sağlık iş kolundaki sendikaların tepkisine neden oluyordu.
Zaten bir daha büyük bir grev de gerçekleşemedi. 4-5 Mart 1998 direnişi sonrası grevleri saymazsak bir daha 20 Aralık grevi gibi yaygın ve kitlesel grev gerçekleştirilemedi. Kamu emekçileri kitlesel basın açıklamaları, kitlesel oturma eylemleri ve Ankara yürüyüşleri ile etkili olmaya çalıştı.
2001 yılında kamu emekçilerinin tüm itirazlarına rağmen Meclis’ten geçen 4688 sayılı kanun, kamu emekçilerine grev hakkını yasaklıyordu.
Zaten bu dönem grev hem kamu emekçilerinin hem de işçi sınıfının gündemimden düşmüştü. (Kamu emekçileri için 20 Aralık 1994 iken, işçiler için genel grev Türk-İş’in 3 Ocak 1991 genel grevidir.)
Ancak grev sağlık iş kolunda bu defa g(ö)rev olarak gündeme geldi. 2003 yılında AKP hükümetinin gündeme getirdiği Sağlıkta Dönüşüm Programı’na (SDP) karşı TTB ve SES g(ö)rev dedikleri güçlü iş bırakmaları gerçekleştirdiler. İşçi sınıfının tarihsel ve ideolojik olarak ilk defa karşılaştığı bu iş bırakma şekli sağlık emekçileri ve kamuoyu olarak kabul gördü. Beyaz eylemlerle birlikte uzun yıllar etkili bir şekilde gerçekleştirildi.
Pandemi dönemine denk gelen süreçte uzun yıllar sonra meslek sendikacılığı gündeme gelmesiyle birçok hekim sendikası kuruldu. Bu sendikalar greve yeni bir nitelik kazandırdı. Bunlar daha çok işe gitmeden greve gitmeyi seçtiler. Grev işyerinde hakkın kullanımı iken işe gitmeden grev gündeme geliyordu.
Burada işe gitmeden greve gitmek daha apolitik ve etkin karşılandı. Çünkü işçi sınıfı mücadelesi için grevin politik ve ideolojik bir özelliği vardı. Burada grevi daha iyi açıkladıklarını düşünüyorlardı.
Birinci basamakta 3-5 Kasım, 2- 6 Aralık grevlerinde, bu yöntemin yani işe gitmeden greve gitmenin etkin olduğu grevler 2022’ye damgasını vurdu.
Daha önce sağlık iş kolunda ki grevlere ceza vererek yaklaşan hükümete karşın, Anayasa Mahkemesi “grevin bir sendikal çalışma olduğu, cezalandırılamayacağı” kararları alıyordu. Ancak devlet bürokrasisi işe gitmeden greve gitmenin “işe gitmeme” tarafına takılarak, farklı bir cezalandırmaya gitti. Çalışanları greve gittiği için değil işe gitmediği için cezalandırmaya başladı.
Şimdi önümüzde ki Pazartesi, 6 Ocakta aile hekimleri 3. grevine gidiyor. 8 Ocak Çarşamba da 2. ve 3. basamaklarda grev gerçekleştirilecek. Ancak bu defa işe gidip gitmeme tartışması ile greve gidiliyor. Kanımca bu tartışma grev öncesi tüketilmelidir.
Yine 8 Ocak’ta grev noktasında bir çok ilde grevin gerçekleşme amacında tartışmalar var. Grev, Aile Hekimlerine destek için mi yapılacak yoksa mevcut sağlık politikalarına, sağlıkta çeteleşmeye karşı mı yapılacak tartışması hala devam ediyor.
Sendikaların her iki konuda birbirinden farklı tutum alabileceği görülüyor.
Kanımca burada politik yaklaşımlar belirleyici olmaktadır. Ancak bu tartışmanın grev öncesi tüketilmesi gerekiyor.
Greve doğru gidiyorken, diğer grevlerde olduğu gibi burada diğerlerinde olduğu gibi katılımı sağlamak çok önemlidir. Değişen sınıf gerçekliklerinde elbette greve yaklaşımda değişebilir.
Önemli olan birlikte, kitlesel ve güçlü bir grevle mesajı güçlü bir şekilde vermektir.
Yukarıda grevle ilgili tarihsel mini hatırlatmayı bu amaç için yaptık.
Haklı gerekçelerimiz ve haklı taleplerimizle 6 Ocak’ta haydi greve diyoruz