Üç gün önce bir yakınımızın (kardeşimin kayınvalidesi) vefatı nedeniyle Antakya’daydım. İki gün bir gece geçirdim.
Taziyeye gitmişken, Hatay’ın deprem sonrası genel durumunu da görmek istedim. Depremden altı ay kadar önce bir söyleşi ve imza programı için Hatay Eğitim Sen’in konuğu olarak gitmiş ve çok güzel üç gün geçirerek şehrin hem içi hem de çevresini bir kez daha doyunca gezip-görmüş dolaşmıştım.
Hatay; dinamizmi, yaşam biçimi tercihleri, çok kültürlü hareketliliği, kültürel-entelektüel altyapısı ile örnek olabilecek bir şehir demiştim arkadaşlara.
Aradan çok değil üç yıl bile olmadı geçen zaman.
Gördüğüm tablo şu: Sanki o şehir gitmiş yerine başka bir şehir gelmiş. Aslında başka ama, başkalığının tarifi zor bir şehir gibi şehir.
Olanca yıkım ve harabiyetin hemen her yerden fışkırdığı ve “ben de o korkunç felaketten nasibimi aldım” dediği bir şehir olmuş sanki! Ağır toplarla dövülmüş savaş mağduru bir şehir görüntüsü.
Hemen her yer yıkık, dökük, viran, kimsesiz, pejmürde, epeyce halden düşmüş! Haldan düşmüş ve fakat tebdil mi gezer. Yoksa gezmeğe dahi mecalı mı artık kalmamış! Tam da bu işte…
Yıkımı hızla devam eden binaların yarattığı toz bulutu bir yana! Öbür taraftan da yıkılmış artık koca arsalara dönüşmüş mekânların yerindeki atık moloz yığınları ve öbek öbek yıkımdan geriye kalanlar ve rüzgar esince oradan kalkan tozun nefes kesen hâli!
Şehrin her bir yanı toz içinde. Çok yakından biriyle konuşurken belki tozu fark etmiyorsunuz. Biraz mesafe oluşunca kaba bir pus gibi çökük halde fark ediliyor toz. Açıkta bırakılan bir eşyanın bir süre sonra üzeri tozla sıvanıyor adeta.
Eski bildiğiniz mekânların yerini bulmak hayli zorlaşmış. Şehirde mekân duygusu, ruhu kaybolmuş.
Koca bir boş alanın önüne geldiğimde “burası Armutlu” dediler, inanmakta zorlandım. O Gezi’de katledilen gençlerin sokak duvarlarında resimlerini gördüğüm hayli hareketli mahalleden bir tek ev bile geriye kalmamış. Koskoca ve göz alabildiğine bir arsa…Üzerinde birkaç adım attım. Aklıma John Fante’nin “Toza Sor” kitabı geldi. Benim kitap Tozu Kalsın’a ad olan Margosyan üstatla anımız şöyle bir flu film şeridi gibi gözümün önünden kayıp gitti.
Cami’si, Kilise’si, kültür mekânları yok gibi bir halde. Önünde oturup kahve içtiğim Affan kahvesi demir iskelelerle askıya alınmış köşesinde Affan yazısı olmasaydı orası olduğunu bilemezdim.
Yol boyu konteyner mahalleler oluşmuş. Şehrin kendine has ürünlerinin ticareti de büyük kayba uğramış. Yeme, içme, eğlence kültürüne o denli alışkın kent, sanki orası değil, unutulmuş adeta.
Doğasıyla, suyu, atmosferiyle hâla yerinde duran Harbiye; keyfini kaybetmiş. Sordum; “cumartesi dahil gelen giden çok az. Pazarları az biraz hareketleniyor. Onunla da bir şey çıkmıyor. Yokuşun başından sonuna kadar yürüdüm. Hemen bütün mekân sahipleri kapı önünde müşteri bekliyordu. Hediyelik eşya satıcılarının birinin dahi önünde müşteri ya da bakan yoktu. Oturma mekânlarında birer-ikişer masa var veya o da yoktu.
Oturduk o hal û ahval içinde, doğma büyüme Antakyalı olan arkadaş dedi ki; “Eskiden zengini-varlıklısı çok, fakiri az bir şehirdi Antakya. Gece aç karnına başını yastığa koyan çok çok azdı bu şehirde. Ekonomisi güçlü, geleceği parlaktı. Önce Korona, sonra deprem vurdu. Şimdi ise zengini çok çok azaldı. Fakiri-fukarası ise o kadar çoğaldı ki! Maalesef artık o eski Antakya yok!”
Ayağa kalkar mi? Kalkar elbette. Dünyada büyük savaşlar yaşayıp sonra küllerinden doğan / doğdurulan şehirler çokça var.
Hatay, ya da diğer deprem mağduru şehirler için çok özel politikalara ve kaynaklara ihtiyaç var. Buna niyet var mı? İşte mesele orada…