Divan kurulur, herkes boğazını temizler ve başlar ses ve notaların dansı. Saatlerce süren bir susmama, detone olmama, yorulmama hali. Dengbêjlik.

Sözlü geleneğin en estetik hali. Yüzlerce isim sıralayabiliriz ve hepsinin sesinin delisi de olabiliriz.

Ve fakat belki de en kadife tonlu bir sese sahip Eyşe Şan’ı özelde yazmalı, tanımalı ve konuşmalıyız.

Ortadoğu’da kadın olmanın zorluklarını iliklerine kadar yaşamış ender kadınlardan biridir.

Bu zorluk hala devam ediyor maalesef.

Kadınsın, güzelsin, güzel seslisin ve dengbêjsin.

Ötekileşmek için başka da bir şeye gerek yok sanırım.

Zira şarkı söylemek bir ‘erkek’ işiydi ve kadın bundan uzak durmalıydı.

Günaha girerdi kadın şarkı söylerse, onunla kalmaz erkekleri de günaha sevk ederdi(!).

Rahmetli babam çok severdi O’nu dinlemeyi ve annemin kıskandığı tek kadındı Eyşe Şan.

Küçük yaşlarda başlar şarkı söyleme ama yaşadığı toplumda bir kadının şarkı söylemesi günahların en büyüğü olarak kabul edilir ve olmadık baskılarla karşılaşır.

Dayanmak ister, sesiyle ve de nefesiyle direneceğini düşünür ama yanılır, beceremez.

Karşısında, kadını ‘YOK’ sayan bir topluluk vardır.

Toplanır ve nefesinin özgürce notalarla buluşacağını düşündüğü bir sürgünlüğe yol alır.

Antep’e yerleşir. Rahat bir nefes alacağını düşünür ama yanılır.

Kadının şarkı söylemesi yasak, o yetmez ilk sürgünlüğünde ‘Kürtçe Şarkı’ için de yasak vardı ve Türkçe söyler şarkılarını.

İçi acır, daralır göğüs kafesi ve yetmez hissederdi kendini.

Oysa yeterdi Eyşe Şan.

Ve yanlıştı aslında bu yasaklar.

Ama gözü çıksındı koşulların ve de yasakların.

Burada da yer bulmayınca metrople giden Eyşana Elî, ‘Ez Xezalim’ şarkısıyla ün kazanır zaten ünlü olan hayatında. Tam işler rayına oturmuş, sanatını icra etmenin rahatlığını yaşadığı zamanlarda bu defa da ana dili üzerinde baskılar baş gösterir. “Hewara Xwedê ev çi hale” diye diye terki diyar eder ve Almanya’nın yollarına koyulur.

Burada, hem sanat hem de sosyal hayatta biraz nefes alır gibiyken 18 aylık Şahnaz adlı kızını kaybeder.

Acıların en büyüğü, evlat acısıyla meşgulken dillere destan ‘Qederê’ adlı eserini armağan eder müzik dünyamıza.

Her ne hikmetse bir süre sonra ‘Ülkeye’ dönmeye karar verir. Bu sırada 3 çocuklu bir annedir de aynı zamanda. İstanbul’da sanat icrasından istediği verimi alamaz. Zira yasaklar hala can acıtıcı düzeyde devam etmektedir.

1979 yılına gelindiğinde, tek başına Bağdat’ın yolunu tutar.

Kederli, yasaklı ve yalnız.

Bağdat Radyosu’nda Kürtçe şarkılar okuyabiliyordu. Sanatını ve sesini geniş kitlelere duyurma umudu yeniden filizlenmişti.

Erbil Valisi’nin daveti üzerine oraya giden Eyşe Şan, birçok yerde konser vererek geniş kitlelere ulaşır.

Memleket ve anne hasreti içini kemiren bir hikaye olsa da geri dönmesi mümkün görünmüyordur.

Zira memlekette hala Kürtçe şarkı okumak da yasaktı, kadının ‘şarkıcı’ olması da.

Üstüne kardeş ve akrabalarının tehdidi de eklenince, way ki way .

Sevdasını ve acısını yoldaş yapıp yaşamaya devam etti.

‘Lê lê lê wayê,

Eyşanê lê wayê,

Çav biçukê lê wayê şarkısını ona adamıştır meşhur Kürt Sanatçı Arif Cezrawî.

Yaşadığı acıları ve karşı karşıya kaldığı baskıları şarkılarına yansıtmasını iyi beceren Eyşe Şan, acılarına en vakur haliyle yaklaşmasını da öğrenmişti.

Şarkıları dillerden düşmüyor, herkesin kendisinden bir şey bulacağı bir duruma gelmişti. Acı ve keder dolu yaşamına ve belki de hiç olmayacak bir anda kanser hastalığına yakalanır.

Bunca acıya dayanmak mümkün müdür ki?

Taş olsa çatlardı dedikleri durum bu olsa gerek.

Bu sırada Türkiye’ye geri dönmüş ve baskılardan dolayı memleketi Diyarbekir’e değil de İzmir’e yerleşmişti. Annesini çok severdi, zira O’nu destekleyen tek kişiydi hayatında. O yüzden ‘Dayikê’ şarkısını armağan etti hayatımıza.

İçini kemirip duruyordu kanser ve Diyarbekir sevdası ve de anne hasreti.

Kanserle savaşı sırasında son bir kez de olsa annesinin mezarını ziyaret etmek ester.

Ancak ‘Aile Meclisinden’ olumlu bir karar çıkmaz.

Nasıl çıksın ki, Eyşe Şan onların adlarını ‘Lekelemişti(!)’.

Oysa, en geçmez lekelerin esiri olmuşlardı da bihaberdiler.

Babamın, ‘Heyfa Jina’ diye söylendiğini hatırlıyorum.

Tarih 18 Aralık 1996’ydı.

İzmir’de yenik düştü kansere.

Sesi kısıldı ama ruhu ve şarkıları ve acıları ve direngenliği hep konuğu oldu ezilmiş halkının.

“Ben halkımın sanatçısıyım” diyerek gittiği ölümden sonra da hep o konuşuldu, şarkıları dillendirildi ve bir nesil O’nun ismini taktı çocuklarına.

Eyşana Elî ; Ruhu Şad Olsun …