Oldukça yoğun ve yorucu bir gün sonrası, her zamanki gibi, yine yoğun sorgulamalara mı sürükleniyordu? Gerçekten, gün içinde ne gibi yanlışlara bulaştı? Bu yanlışların farkına, acaba kimler varabildi? Gün sonunda bunun muhasebesini, o meçhul kimler mi yapacak?
Yine, yeni ve yine aynı bir günün sonunda kendinden başkalarını merak etse daha iyi değil miydi?
Öyle ya bu haliyle kendisinde kalamazdı. Tanık, sanık ya da yabani biri gibi hissetmek her kimse gibi, ona da iyi gelmiyordu.
Çünkü daha fazla tükeniyordu.
Ne yazık ki tükenecek bir şansı da yoktu.
En hafifiyle kendine, sessizce ve kimsesizce soruyordu.
Acaba herkes, büyüklerin deyimiyle ‘pestili çıkıncaya kadar’ misali böyle, nerdeyse nefessiz çalışınca iş aksar mıydı?
Aksıyorsa orada neler yaşanıyordu?
Ve aksatana bu millet ne yapıyordu?
Uzun yolu tek başına alan, göz kapakları asılı, kulakları nerdeyse görev dışı, ayakları tahta misali şoför, son kilometreleri sayar mıydı?
Gün boyu hiç durmadan, kuru ağaç dalı misali kolları ile harç döken asgarici işçi, son saatlerinde çimento ve su dengesini karıştırır mıydı?
Sürekli kasılı parmakları ile daktiloya vuran, iki çift lafın belini kuramamış adliye sekreteri harfleri karıştırır mıydı?
Hiç durmadan susuz dudakları ile konuşan, laf düzenbazı siyasi hatibin son sözleri küfre kaçar mıydı?
Ve daha nice nefessiz çalışan kol ve kafa emekçisi gün sonunda neler yaşıyordu?
Yoksa onlar da süte ve pekmeze şehven! Su katan bazıları gibi ahalinin vicdanına teslim edilip, af mı ediliyordu!
Çok iyi biliyordu ki dinlenmeden hiç durmadan çalışan her fani işini karıştırırdı.
O bir fani olsa da hekim olarak böyle bir hakkı belki de yoktu.
Nöbetin yarısına varmamışken yedi yüz hastaya bakan bir hekim hiç yanlış yapamazdı. Günün ikinci yarısına kalmazsa da uyumak için asla sedyenin birisine kaçamazdı.
Çünkü orada muayene olmayı bekleyen öfkeliler vardı.
Çünkü işini terk etti diye yazabilecek kalemşörler ve filmşörler vardı.
Çünkü hakkında soruşturma açabilecek amirler ve müdürler vardı.
Her şeyden önemlisi bedenine meydan okuyan daha çık başkasına açık başa bela, kendisine bir türlü bakamayan, koca bir merhameti vardı.
Herkes işini karıştırabilir,
Ama o karıştırmazdı.
Herkes işten ve görevlerden kaçabilir,
Ama o kaçamazdı.
Herkes fiziken yorulabilir
Ama o yorulamazdı.
Çünkü o hekimdi ve insan sağlığı ile uğraşıyordu.
Oysa diğerleri de insanla uğraşıyordu. Hatta canını çıkaracak kadar uğraşıyor ve sağaltım için kendisi gibi bir hekimin üstüne atıyordu.
Hatırlıyordu, birçok babanın aksine, babası lise sonrası doktor olmasını istememişti.
Çünkü “Maalesef sana merhameti diye bir şey öğrettim Hekimlik bu memlekette merhamete uygun değil. Kendine yazık edeceksin” demişti.
Babasına hala da hak vermiyordu. Çünkü mesleğinin maneviyatı baba nasihatından hala çok büyüktü.
Ama doğru gitmeyen bir şeyler vardı.
Belki çok fazla hassa davranıyordu. Buna gerek yoktu ve her işte istenmeyen durumlar yaşanabilirdi.
Belki de toplum çok hassas davranıyordu. Ve her işte olası durumları kabul etmiyordu.
Sadece anlaşılmak istiyordu. O da bir yaştan sonra her fani gibi işi bırakacak ve birikmiş ve de ertelenmiş hastalıklarla uğraşacaktı.
Belki o zamana kadar hekimler için uygun huzur evleri inşa edilecekti. Orada anılarını, grevlerini, sürgünlerini, bilcümle tüm cezalarını ve mesleki saygınlığı genç meslektaşlarına anlatabilecekti.
Belki o zaman geç de olsa anlaşılacaktı ve kayıp zamanlara aldırmayacaktı.
Belki de …